Wednesday, October 29, 2008

YARIM BIRAK!

Yarım bırak!
Ne yapıyorsan yap ama onu yarım bırak!
Onu yarım bırakabil!

Yaptığın herşeyi sonuna kadar
Yapmak zorunda değilsin.
Yaptığın herşeyi sonuna kadar
En iyi kalitede yapmak zorunda değilsin.

Meyve yiyorsan eğer
Sonuna kadar yemek zorunda değilsin
Bırak yarım kalsın
Belki sonra
Onun tadını unuttuktan
Sonra yeniden başlayabilirsin…

Yarım bırak!
Herşeyi sonuna kadar
Yapmak zorunda değilsin
En iyi şekilde…

Herşeyi tamı tamına yapmış olman
Bundan sonraki şeyi tam yapacağını
Garanti etmez.

Yarım bırak ki
Kontrol eden hakim olan
Efendin sen ol kendi kendinin…

Yarım bırakmayı da kes yeri geldiğinde
Yarım bırak…
Ki tam hakkıyla
Yaptığın güzel işler kalsın ardında…

Yarım bırak…

Tuesday, October 21, 2008

İNANCIN DUYGU HİSSEDİŞTE ROLÜ

(Beynin Acil Durumu İşleyişi Üzerine Deneysel Bir Karalama)

THE ROLE OF BELIEF IN FEELING EMOTIONS
(An experimental article on the emergency processing of an air traffic controller’s brain)

Bu yazı önce Sartre’ın inancın duygu hissedişteki rolü ile ilgili bazı düşüncelerini [1] ele alacak. Daha sonra bu düşünceler ile bir büyük sistem kontrolörünün acil duruma müdahele edişi sırasında beynin acil durum işleyişi ile ilişkiler kurmaya çalışacak.

‘Pilotte de Guerre’ kitabı, bir pilot olarak Antoine Saint Exupery’nin, ekip ruh hallerini nasıl takip ettiğini gösterir. Kendisinin ve ekibindeki havacıların çeşitli zamanlardaki duygusal durumlarını anlattığı kısımlar duyguların güçlü psikolojik analizlerini içerir. Sanırım, günümüz havacılarının, bu konuda Exupery’den öğrenebileceği çok şey var. Bu deneysel yazımda havacılık bağlamında ele alınanların genel olarak ulaşım, enerji vb. alanlarda da, insan makine etkileşimi konusunda büyük sistemler için geçerli olduğunu unutmayınız.

Sartre korku duygusunun gerçek anlamının özel bir bilinçlilik hali olduğunu yazar [1]. Bilinçlilik ‘kişinin kendi içinde olan bir şeyin farkında oluş durumudur’ [2]. Korkan insan kendi içinde bulunduğu durumun ve buna ilişkin kendi tepkisinin farkındadır. Üstelik farkında olduğu bu hal daha önceden ‘korku’ olarak duymuş olduğu bir ruh halidir. Kısacası ‘korku özel bir bilinçlilik halidir’.

Kendimiz baş edemeyeceğimiz bir dış güçle karşılaştığımızda korkarız. Korku duygusunun amacı bizi korkutan bir şeyi fiziki olarak yok etmek şansımız olmadığı zaman onu büyü ya da sihir yolu ile yok etmektir. Öyle ki, korkan kişi bayılarak kendini ve böylece baş edemediği tehdidi yok etmiş olur.

“The real meaning of fear … is a consciousness whose aim is to negate something in the external world by means of magical behaviour, and will go so far as to annihilate itself in order to annihilate the object also [1, p42].”

“Korkunun gerçek anlamı … hedefi, büyüsel davranış ile, harici dünyada bir şeyi alt etmek olan, ve hedef nesneyi de yok edebilmek için kendini yok edecek kadar ileri gidebilen bir bilinçliliktir.”

Duyguların hemen hepsi çeşitli vücut değişiklikleri ile birlikte gözlenir. İnsan korkunca vücudunda bazı değişkilikler olur: titreme, yüz kızarışı, kan basıncında değişiklik vb. Duygu sırasında hissedilen vücutsal değişiklikler, kişinin o duyguya ve onun atadığı anlama daha çok inanmasına hizmet eder. Örneğin, korktuğunuzda ellerinizin titrediğini fark edişiniz sizi daha çok korku duymağa götürür.

“Real emotion is quiet an other matter: it is accompanied by belief. The qualities ‘willed’ upon objects are taken to be real. … Here we can understand the part played by the purely physiological phenomena; they represent the genuineness of the emotion, they are the phenomena of belief [1, p49].”

“Gerçek duygu tamamıyla farklı bir meseledir: inanç eşliğindedir. Nesneler üstünde gerçekleşmesi ‘arzu edilen’ özellikler gerçek olarak algılanır. … Burada tamamen fizyolojik olgular tarafından oynanan rolü anlıyabiliriz: onlar duygunun gerçekliğini temsil ederler, inanmayı sağlayan olgulardırlar.”

Duyguyu duymağa ilişkin farkındalık vücudun o an yaşanışı ve algılanışı ile aynı anda gerçekleşir. Kişi bilmediği bir durum algılar vücudu ile… Bilmediğimiz herşeye karşı kendimizi savunma mekanizmamız geçici de olsa doğru olmasa bile bir şeylere belki bir hipoteze inanmaktır. Vücuttaki bu bilinmeyen değişimler arttıkça onlara ilşkin inanç kendi kendini doğurarak (recursive) güçlenir. Ne kadar aksaklıkları olsa da kişi dünyayı yeni oluşturduğu bu fantezi açısından görmeğe ve yaşamağa başlar.

“Clearly to understand the emotional process as it proceeds from consciousness, we must remember the dual nature of the body, which on one hand is an object in the world and on the other is immediately lived by the consciousness. Only then we can grasp what is essential – that emotion is a phenomenon of belief. Conciousness does not limit itself to the projection of affective meanings upon the world around it; it lives the new world it has thereby constituted – lives it directly, commits itself to it, and suffers from the qualities that the concomitant behaviour has outlined. This means that, all ways out being barred, the consciousness leaps into the magical world of emotion, plunges wholly into it by debasing itself [1, 51].”

“Bilinçlilikten ortaya çıkan duygusal süreci berrakça anlamak için, vücudun ikili yapısını hatırlamak zorundayız, bir yandan dünya içinde bir nesne ve öte yandan bilinçlilik tarafından o an yaşanmakta olan… Yalnız o zaman esas olanı yakalayabiliriz – yani duygunun bir inanç olgusu olduğunu. Bilinçlilik kendini çevresini saran dünyaya hissel anlamlar atamağa sınırlamaz; yarattığı yeni dünyayı yaşar – onu doğrudan yaşar, kendini onun yükümlülüğü altına sokar, ve kalıcı davranışların özetlediği özellikler yüzünden zarar görür. Bunun anlamı şudur, bütün çıkış yolları kapatıldığında, bilinçlilik duygunun büyülü dünyasına atlar, kendisini aşağıya indirgeyerek, bütünüyle onun içine daldırır.”

Duygusallaşmak kişinin düşünüş şeklinin, muhakeme mekanizmalarının değişmesidir. Kişi normal yollardan, muhakemesi ile alt edemediği bir dış olguyla karşılaştığında son çare olarak duyguları ile cevap verir. Bu cevap durumun zaman ve şiddet boyutlarına bağlı olarak, hayal görmek, isteri krizi geçirmek noktalarına kadar varabilir. Kişi, büyülü bir hayal alemine giderek olayı şakaya ya da yasa vb. vurabilir.

Olaya kimyasal açıdan bakılırsa [3], karşılaşılan dış olayın algılanışı sırasında oluşan vücudun refleks tepkisinin yarattığı değişimler(hormonlar, adelelerin sertleşmesi, zihinsel yük vb), istenilen amacı başaramazsa ve dış güç karşısında başarısız olunursa, hem fiziki hem de psişik enerjinin bir şekilde harcanması gerekir.

Vücuttaki hormonal değişiklikler yalnız adele sertliği gibi korunmağa yönelik amaçlı değildir. Salgılanan hormonlar beynin duygusal işleyişle ilgili kısımlarının propagasyon özelliklerini değiştirir. Neural Networklerde genel olarak eşik seviyelerinin düşmesi doğru sonuç vermese de karar almayı kolaylaştırı ve hızlandırır. Düşünme hızının artması hayal, hatta halisülasyon görme etkisini yaratabilir.

Sartre, o dönemdeki bilimsel olgunluğa bağlı olarak konuya daha çok felsefi yaklaşıyor.

“A consciousness becoming emotional is rather like a consciousness dropping asleep. The one, like the other, slips into another world and transforms the body as a synhetic whole so as to be able to live and to percieve this other world through it [1, p51].”

“Duygusallaşan bir bilinçlilik uykuya dalan bir bilinçlilik gibidir. Biri, diğeri gibi, bir başka dünyaya kayıp gider ve vücudu yapma bir bütün olarak bu başka dünyayı algılamak ve yaşamağa dönüştürür.”

Kişi duygusallaştığı sırada bir değişim içinde olduğunun farkındadır. Fakat bu yalnızca konumsal bir bilinçliliktir, yani yaptığımız işin farkında ama sonuçları nedeni niçinine ilişkin formule edilmiş tümsel bir farkındalık değil. Bu konumsal bilinçlilik dünyanın indirgenmiş bir halidir, üstelik büyülü bir dünyaya geçiş ile eş zamanlı olarak…Bu konumsal bilinçlilik atandığı yani farkında olunan nesne tarafından kullanılıp bitirilir.

“Thus the origin of emotion is a spontaneous debasement lived by consciousness in face of the world. What is unable to endure in one way it tries to seize in another way, by going to sleep, by reducing itself to the states of consciousness in sleep, dream or hysteria. And the bodily disturbance is nothing else than the belief lived by the consciousness, as it is seen from outside.

First, that the consciousness has no thetic consciousness of self as abasing itself to escape the pressures of the world; it has only a positional consciousness of degradation of the world, which has passed over to the magical plane. … Its finality is not for all that unconscious, but it is ‘used up’ in the constituting object.

Secondly, that the consciousness is caught in its own snare. Precisely because it is living in the new aspect of the world by believing in it, the consciousness is captured by its own belief, exactly as it is in dreams and hysteria []1, p52].”

“Böylece duygunun kaynağı bilinçliliğin dünya ile yüzleşişinde anlık bir aşağı indirgeniştir. Bir yoldan ayakta kalmağı beceremediği şeyi, bir başka yoldan, elde etmeğe çalışır, uykuya dalarak, kendisini bilinçliliğin uyku, rüya ya da isteri durumlarına indirgeyerek… Ve vücut tepkileri bilinçlilik tarafından yaşanan inanctan başka bir şey değildir, dışardan görüldüğü gibi.

Birincisi, dünyanın baskılarından kaçmak için kendini aşağı indirgemek şeklinde, bilinçliliğin kendisine ilişkin hiçbir iddiasal bilinçliliği yoktur: yalnızca büyülü düzleme geçmiş olan dünyanın aşağı indirgenişinin konumsal bir bilinçliliğine sahiptir.

İkincisi, bilinçlilik kendi kapanına yakalanır. Tam olarak dünyanın bu yeni özelliğini ona inanarak yaşadığı için, bilinçlilik kendi inancı tarafından esir alınır, aynen rüyalar ya da isteride olduğu gibi.”

Gece evde yalnızsınız, zemin kat penceresinde karanlık içinden bir yüz aniden beliriyor. Korkarsınız. Aslında sizi ziyarete gelmiş bir dostunuz bile olsa pencerede aniden belirdiği için korkarsınız. Korku, o yüzü uzaktaki pencerede değil hemen yakınınızda hissetmenize neden olur. Korku ile titrer ve bir çığlık atarsınız. O anki bilinçliliğiniz korku duygusunun adını verdiği bir alt indirgeniş içindedir. Sanki, penceredeki yüzün ellerini üzerinizde hissedersiniz. Korku korkulan şey ile korkan arasında sentetik bir bütün oluşturur, sanki aradaki mesafe gerçeküstü bir şekilde yol olmuştur.

“The face outside the window is in immediate relationship with our body; we are living and undergoing its signification; it is with our own flesh that we constitute it, but at the same time it imposes itself, annihilates the distance and enters into us. Consciousness plunged into this magic world drags the body with it as much as the body is belief and the consciousness believes in it. The behaviour which gives its meaning to the emotion is no longer our behaviour; it is the expression of the face and the movements of the body of the other being, which make up a synthetic whole together with the upheaval in our own organism [1, p57].”

“Pencerenin dışındaki yüz vücudumuz ile o anda ilişki içindedir; onun belirttiği anlamı yaşarız ve onun etkisi altında kalırız; etimiz ile ona anlam atarız, ama aynı zamanda o kendisini ileri sürer, aramızdaki mesafeyi yok eder ve içimize girer. Bu büyülü dünyaya dalan bilinçlilik kendisi ile birlikte vücududa sürükler, vücut inanç olduğu kadar ve bilinçlilik ona inandığı kadar. Anlamını duyguya veren davranış artık bizim davranışımız değildir; o, organizmamızdaki altüst oluşla birlikte, yapma bir bütün oluşturan penceredeki yüzün ve diğer varlığın vücudunun hareketleridir.”

Havacılık ya da bir büyük sistem açısından düşünüldüğünde duygusal düşünmenin yeri çok az ama sıfır olmamalı… Çok fazla olmayan olumlu bir motivasyona dayanan olumlu bir ruh hali, sürekli olarak ayakta tutulması gereken durum farkındalığı (situation awareness)‘nın sürdürülmesinde faydalı olabilir.

Acil durumlarda ise duygusal(emotional) düşünme kapasitemizin muhakemesel(cognitive) düşünme kapasitemize göre çok daha hızlı olduğunu unutmamak gerekir. Duygusal düşünmenin daha hızlı olması doğru kararlara yol açacağı anlamına gelmez. Ancak, bir çok acil durumda bir şeyler yapmak doğruyu yapmaktan daha önemli olabilir. Duygusal düşünceyi, bütünüyle her koşulda reddetmek bence doğru olmayabilir.

Yanıt zamanı (reaction time)’nı belirleyen, olay anındaki duruş (posture)’a ilişkin, ruh hali, durum farkındalığı (situatin awareness), ve diğer unsurlardır. Ruh halini ya da olaya hazır oluşu sağlayan stress seviyesi duygu sistemi ile ilgili bazı hormonların seviyesi ile ilgilidir.

Olağanüstü bir durumla karşılaşan bir ATC (Air Traffic Controller) operatörü, çok kısa bir süre içinde onun dikkatini çeken – korkutan şey hakkında karar vermek zorunda… Ya pilota gereksiz yere bir çok kişinin hayatını riske atacak bir takım manevralar yaptırtacak komutlar verecek ya da verdiği komutlar bu insanların güvenliğine katkıda bulunacak.

Sartre’ın yazılarına bu gözle bakacak olursak… ATC operatörü bir olağanüstü durum fark ettiğinde, o ilk anda,
eğer duygusal bir ruh ile yaklaşırsa, beyni onu hızla ve tekrar tekrar soruna doğru çeker. Bu daha çok duygusal ağırlıklı bir yaklaşımdır. Böyle olması doğaldır da çünkü acil bir durumda duygusal sistem önceliği ele alır.

Bunun hemen akabindeki çok kısa süre içinde, eğer kişi duygusallaşırsa, giderek gördüğünü zannettiği şeyin doğruluğuna inanır. Oysa bu ikinci an, kontrolörün olaya mümkün olan bütün gücü ile konsantre olarak tepki vermesi ve bu gücü muhakemesel(cognitive) olarak değerlendirmesi gerekir.

Kontrolörün genel kişiliği acil durumlarda verdiği tepki zamanını ve kalitesini etkileyebilir. Çabuk inanan, renkli duygusal bir kişilik uygun olmayabilir[4]. Kişinin, dogmatikliğe düşmeyen, aşırı değil ama belirli bir inanç sistemine (dinsel, politik, ideal) sahip oluşu acil durumlarda daha tutarlı hareket edişine imkan sağlayabilir.


Havacılıkta uğurdan tutun maskotlara kadar her türlü şeye değer verilişi boşuna değildir. Ora et labora [5] sözünün belirttiği gibi, bir yandan dünyayı daha iyi kılacak şeyler yapmağa çalışmalıyız diğer yandan da biz bu işleri yaparken karanlıkta el yordamı ile ilerleyebilmemiz için varsayıp inandığımız referans noktalarımız olmalıdır.

Ali R+ SARAL


Kaynaklar
[1] Sartre, J.P., Sketch for a Theory of Emotions, Routledge Classics, 2006.
[2] Merriam - Webster.
[3] Cornelius, R.R., The Science of Emotions, Prentice Hall, 1996.
[4] Sargent, P., şahsi eğitim sohbetlerinden, Karlsruhe UAC, EUROCONTROL STK
[5] Ehrenberger, G., iş sırasında eğitim sohbetlerinden, Karlsruhe UAC, DFS.

Tuesday, October 07, 2008

“YANLIŞLAR GÜZELDİR”

“Mistakes are beatiful!”

“Bir tiyatro oyunu sırasında, başroldeki oyuncunun sahnedeki eşyaların arasında bir boşluktan koşarak sahnenin ön kısmına çıkması gerekmekte… Fakar malesef diğer oyunculardan biri bir sandalyeye çarpar ve başrol oyuncusunun yolu tıkanır.” Usta bir oyuncu bu durumda ne yapar? Siz olsaydınız ne yapardınız?

“Usta bir oyuncu, oyunun tipine ve o andaki bağlama göre: 1- Eğer eser trajedi gibi ciddi bir eserse ‘Oh, tanrım, başıma bu da mı gelecekti?’ türünden bir şeyler söyler, gözlerinden yaşlar gelir. 2- Eğer eser komedi ise ‘Haha, şimdi bir sen eksiktin burada’ der güler. Bu sırada kazandığı zaman içinde de birileri yolu açmış olur…”

İyi bir sanatçı icraatı ya da yaratış süreci sırasında önüne çıkan umulmadık bazan da istenmeyen durumları değerlendirip bunlardan en iyi şekilde faydalanır.

Müzikte de bir kemancı ya da herhangi bir enstrüman çalan ya da şarkı söyleyen kişi, eğer usta ise yaptığı hatayı icrasına renk katan bir unsur olarak değerlendirir ve icraatının doğal bir parçası haline getirir.

Günlük hayatımızda da böyle değil mi? Karşılaştığımız aksilikleri, yaptığımız yanlışları ne kadar doğal karşılarsak ve onları kendi amacımıza yönlendirirsek o kadar az yıpranıp o kadar çok başarılı olmuyor muyuz?

Yanlışlar güzeldir. Çünkü onlar kusursuzluğun yapmacıklığına renk katarlar… Pürüzsüzlüğe hayat verirler.

Yanlışlar güzel… Öyle ise hatalar da güzel midir?

Ehem, pek o kadar değil… Çünkü hatanın sonucunda birisi zarar görür, hatta telafisi mümkün olmayan bir kayıp oluşur… Ama bu demek değildir ki, hiç hata yapmadan yaşamak gerekir. Hata yapmamak mümkün mü? Hata yaptıysanız bedelini ödersiniz ve yola devam edersiniz. Üstelik bazı hatalar bazan olumlu ve güzel sonuçların ortaya çıkmasına da neden olabilir.

Kutsal kitaplarda yer alan, Adem ile Havva’nın cennetten atılışı hikayesi bu durumu çok güzel anlatır. Elmayı yiyen Adem ile Havva işledikleri bu hatanın bedeli olarak Cennet’ten atılırlar. Şöyle bir düşünürsek, sonuçları açısından bakıldığında, yalnız yanlışlar değil, bazı hatalar bile güzeldir, demiş olmuyor mu kutsal kitaplar?

Kusurları da unutmamak gerek. Bir işin başarısızlığa uğrayışında eğer bir kimsenin eksikliği, istemeden yaptığı yanlışlar var ise o insan kusurludur. Kusurun bir anlamı da: bir sanat eseri veya yapılmış bir işte o kadar iyi olmayan ya da kurallara uymayan unsur ya da yer…

Yaratıcılıkta kusurların, yanlışların yeri çok önemlidir. Mozart ve daha bir çok dahi sanatçının eserleri okullarda öğretilen kurallara uymayan ‘kusur’ ya da daha kötüsü ‘yanlış’larla doludur. Bir yaratıcı eğer yanlış yapmazsa, eğer yalnız kitaplardaki kuralları uygulamağa kafa yorarsa kendine özgü, özgün bir eser yaratamaz. Önemli olan yanlışı yapmış olmak değil onu nasıl düzeltmek, o yanlışı kendinize yaraşır bir şekilde, nasıl anlamlı kılmak… Kılabilmek.

Hata yapacağım, belirlediğim benimsediğim ilkeler ve düşünce sistemine uymayan bir şey yapacağım korkusunu bir kenara bırakınız. Aksine, hata ve yanlışları sevinçle karşılayınız. Acaba sizi veya karşınızdaki insanı bu yanlışı yapmağa iten nedir? Acaba bu bilgi ile ne yapabilirsiniz? Kendi görüş açınızı nasıl güncelleştirebilir ve acaba nasıl daha etkin şeyler söyleyebilir ve yapabilirsiniz? Acaba nasıl bu hatayı telafi edebilir ve daha önemlisi anlamlı kılabilirsiniz?

Acaba bir yanlış nasıl güzelleştirebilir?

Ali R+
Not: Bir şirket, herhangi bir kurum ya da toplum başarılı olabilmek için neyin kusur, neyin yanlış ya da hata olduğunu tereddütsüz belirleyebilmelidir.