Friday, December 19, 2008

KENDİNİ TEKRARLAYAN OLAYLARIN DOĞASI ÜZERİNE

A Mathematical Model of Chronic Events
Ali R+ SARAL


1. Giriş

Kendini tekrarlayan olaylar, kronik olaylar matematikte periyodik fonksiyonlar[1] şeklinde soyutlanabilirler:

f( t ) ={ f( t + k T ) k e N; t ,T e R ve T = sabit } ( Formul 1 )

Burada t zamanı, Tperiyodu yani kronik olayın iki tekrarı arasında geçen süreyi belirtir. Görüldüğü gibi fonksiyonumuz her T periyodu kadar süre geçtiğinde hep aynı değerleri almaktadır. Bu şekilde tanımlayabileceğimiz bir periyodik fonksiyona[2] ilişkin örnek bir grafik aşağıdadır.







Şekil 1

Bu şekilde t belirli bir zaman birimi cinsinden f(t) ise olayın ölçülen belirli bir niteliğinin birimi cinsinden olmalıdır. Görüldüğü gibi fonksiyon her 10 zaman birimi arayla aynı f(t) değerini almaktadır.

Kronik bir olayı modellemek için ilk olarak olaya ilişkin f(t) fonksiyonunu belirlemek gerekir.


2. Bir Olayın Matematiksel Modeli
Şekil 2

Bir olayı modellediğimiz fonksiyon olayı, olayın başlaması, olması ve bitmesini dikkate alarak soyutlamaktadır.
Buna göre olay tbaş anına kadar yoktur. Bu nedenle f( t ) fonksiyonunun değeri 0’dır. tbaş anından sonra olay vardır. Bu nedenle f( t ) 1 değerini alır, ve benzeri… Buna göre olaya ilişkin

f( t ) fonksiyonu şu şekilde tanımlanabilir:Formul 2

Öte yandan birim basamak fonksiyon U( t ) şu özelliklere sahiptir[3].
Şekil 3
Formul 3


Eğer birim basamak fonksiyonu U( t )’yi zaman içinde tbaş kadar ötelersek
Şekil 4

Eğer tbaş kadar ötelenmiş birim basamak fonksiyonundan tson kadar ötelenmiş birim basamak fonksiyonunu çıkarırsak Şekil 5

İşte bu durumda bir olayı modelleyebileceğimiz matematiksel fonsiyonu elde etmiş oluruz.

f( t ) = U( t – tbaş ) – U( t – tson) ( Formul 4)

Şekil 6

Bu fonksiyon matematiksel olarak şu şekilde ifade edilebilir: Formul 5

3. Modelin Gerçek Hayatla Karşılaştırış ve Tartılışı fonksiyon matematik

U(t)’ye eşdeğer matematiksel fonksiyonlar eşik(threshold) parça parça doğrusal (piecewise linear), sigmoid ya da gaussian olabilir[4]. Eğer yakından bakarsak U( t ) şu şekli alabilir:
Şekil 7

Yani, olayın her aşamasında artma, yoğunlaşma ya da zıt yönde dalgalanmalar olabilir. Eğer bu dalgalanmalar, incelediğimiz olayın boyutu ile karşılaştırılabilir genlikte iseler, olayı tek bir olay gibi incelemek yerine birden çok olayın etkileşmesi şeklinde incelemek ya da gözlem süresini daha geniş tutmak gerekebilir.

U( t – tbaş) fonksiyonu üç fonksiyon kümeleri kümesinin bir fonksiyonu olabilir:

1- olayın olmasına ortam hazırlayan etken fonksiyonlar kümesi
2- olaya doğrudan neden olan neden fonksiyonlar kümesi
3- olayı harekete geçiren tetikleyici fonksiyonlar kümesi.

U( t – tson) fonksiyonu ise bu üç fonksiyon kümeleri kümesinin tersi işlevleri olabilir. Bu fonksiyonların matematiksel ve genel özelliklerini “Kendini Tekrarlayan Olayların Doğası Üzerine - II” adlı makalemde inceleyeceğim.


4. Kronik Bir Olayın Matematiksel Modeli

Formul 1 ve Formul 4 ‘ten periyodik bir olayı şu şekilde modelleyebiliriz:

Şekil 8


f( t ) = { U( t – tbaş + k T ) – U( t – tson + k T) k e N; t ,T e R ve T = sabit }
( Formul 6)

Bu ifade periyodik olaylar için geçerlidir. Kendini tekrar eden kronik olaylar için ise

Şekil 9

f( t ) = { U( t – tbaş + kbaş(t) Tbaş(t) ) – U( t – tson + kson(t) Tson(t))
k(t) = { kn kn e R , n e N ve n <>
Tbaş(t)= { T n T n e R , n e N ve n <>
Tson(t)= { T n T n e R , n e N ve n <>
( Formul 7)
Tekrarlamayan olay süresi değişiklikleri tbaş tson’u zamana bağlı bir fonksiyon olarak değerlendirerek açıklamak uygun olabilir. Örneğin hava trafiğinin yoğun olduğu bir durumda kullanılan sistemlerde olabilecek bir hata yoğunluğa ilişkin olağanüstü durumun daha uzun sürmesine neden olabilir. Bu durumu tbaş ve t son’un zamana bağlı geçici bir fonksiyon değeri olarak almak gerekir.

Öte yandan, kriz durumlarının giderek ağırlaşması Tbaş (t) ve Tson (t) fonksiyonları arasındaki ilişkiyle simule edilebilir. kbaş ve kson kriz sürelerinin periyodik olarak salınımlarını incelemekte kullanılabilir.

5. Modelin Uygulamaları

5.1 Kronik olayın giderek yok oluşu

Eğer olayın tekrarlayış periyodu T çok uzarsa, yani olayın tekrarları giderek çok seyrekleşirse, Formul 6’da tbaş ve tson ‘u ihmal edip yok sayabiliriz. O zaman Formul 6 şu hali alır:

f( t ) = { U( t – k T ) – U( t – k T) k e N; t ,T e R ve T = sabit }
f( t ) = 0 ( Formul 8)


Kısacası tekrarları giderek seyrekleşen bir kronik olay giderek yok olur.

5.2 Kronik olayın giderek sıklaşması ve sürekli bir nitelik kazanışı

Eğer olayın tekrarlayış periyodu T giderek kısalıyorsa, yani olay giderek daha sık gerçekleşiyorsa, Formul 6’da k T ifadesini ihmal edip yok sayabiliriz. O zaman Formul 6 şu hali alır:

f( t ) = { U( t – tbaş ) – U( t – tson ) k e N; t ,T e R ve T = sabit } ( Formul 9)

Kısacası, formul 9 tek bir olayı modelleyen formul 4 ile aynıdır.

6. Son Değerlendiriş ve Bundan Sonrası Üzerine

Gerçek hayata bakarsak, yaptığımız modelin 5.2’de gösterdiği davranışın her zaman geçerli olmadığını görürüz. Örneğin, bazı problemler iyileşme yoluna girdiklerinde sorun belirtileri hafifleşmekle birlikte sıklaşabilir. Yani, sorun tekrarlamakla birlikte giderek daha hafif şekiller alabilir, örneğin bazı hastalıklarda. Bu durum yalnızca olayın zaman boyutunda başlangıç ve bitişlerini dikkate alan modelimizin daha da genişletilmesi gerektiğini göstermektedir. Örneğin, Formul 2’de vermiş olduğumuz fonksiyonun alanı, ( tbaş – tson ) * f( t ) yani önerdiğimiz fonksiyonun integrali gerçekleşmiş olay kapasitesi’ni ifade eder. Olay çıkma kapasitesi ise yukarıda belirttiğimiz etken, neden ve tetikleyicilere bağlıdır. Bu konuyu “Kendini Tekrarlayan Olayların Doğası Üzerine - II” adlı makalemde inceleyeceğim. Konunun havacılık ve hava trafik kontrolü açısından önemi gerçekleşmiş olay kapasitesi’nin olası kazalara ilişkin riskin hesaplanışında kullanılabilirliği olabilir.

Konunun bir diğer yönü de, kronik bir olayın nasıl algılandığıdır. Periyodik bir algılama fonksiyonunun f( t ) ile çarpımının integralinin vereceği değerler bir olayın kronikleştiğini tespit etmekte kullanılabilir. Bu algılama için geçen kontrol süresi olayı algılayışın gerektirdiği zihinsel yükün bir kısmı ile orantılıdır. Bu yöntemle aniden olay oluş durumu ya da giderek yoğun bir yükün ortaya çıkışı durumlarını gelecek makalelerimde inceleyeceğim.

REFERENCES:
[1] Function (mathematics)
[2] Periodic Function
[3] Birim Basamak Fonksiyon (Heaviside Fonksiyonu)
[4] Anil k. JAIN, ‘Artificial Neural Networks: A Tutorial’, 0018-9162/96/$5.000 1996 IEEE, s. 35.














Monday, November 17, 2008

SORUNLARIN DOĞASI ÜZERİNE

Mücadele Teknikleri II

Babamız Hasan SARAL’ın anısına.

Kimyacı Kekule organik kimyanın önemli buluşlarından biri benzen çemberinin yapısını bir rüyasında bulmuştu. Bir süre soruna kafa yorduktan sonra iskemlesini şömineye çevirmiş ve uyuyup kalmıştı: “Tekrar atomlar gözümün önünde kaynaşıp duruyordu… Zihinsel gözüm (mental eye) şimdi daha büyük yapıları ayırt edebiliyordu… hepsi kendi etrafında dönüp bir yılan gibi kıvrılıyorlardı. Fakat bak! O ne! Yılanlardan biri kendi kuyruğunu yakalamıştı, ve bu şekil önümde alay eder gibi dönüyordu. Bir şimşek ışığı gibi aniden uyandım” Yılanın kendi kuyruğunu ısırışına ilişkin anlık görüntü Kekule’ye benzen gibi organik bileşiklerin açık yapılar değil kapalı çemberler olduğu fikrini vermişti[1].

Hergün binbir tür güçlükle boğuşuyoruz. Bunların bazıları yürürken ayakabımızın bağcığının açılması gibi kısa ve halli kolay bazısı bir bilimsel buluş yapmak kadar uzun ve zor ya da bir trafik kazası gibi ani ve ciddi… Mücadele ettiğimiz binlerce soruna dikkatle bakacak olursak, bunları ve kullandığımız çözümleri gruplayabildiğimizi fark edersiniz. Bir yandan bu gruplar sayı, nitelik ve içerik bakımından benzerlik taşısa da öte yandan tek tek kişilerin bunları kullanış biçimleri, bunlara verdikleri önem farklı olabilir. Ayrıca, sorunlar ve çözümlerin tipleri aynı olsa bile bunların etkileştiği bireylerin şahsiyetlerindeki farklılık sorunların ve çözümlerin farklı imiş gibi görünmelerine neden olabilir.

Sorunların tabiatını incelemek hem kendimizi tanımamıza imkan sağlar hem de tekrar eden ya da benzer sorunları kolaylıkla çözmemize… Sorunları çeşitli şekillerde sınıflayabiliriz. Örneğin sürekli tekrarlayan sorunlara tıpta kronik rahatsızlık denir. Korkarım, bazı politik sorunlarımız için de aynı şey söylenebilir. Buna karşılık bazı sorunlar mevsimliktir. Örneğin, kar yağınca yolları temizlemek gibi… Belirli bir dönemle tekrarlar bu sorunlar… Akut sorunlar, aniden ve ciddi olan sorunlardır. Örneğin evde lağım patlaması gibi… Bazı sorunlar genel ve yaygındır. Yaptığınız bilgisayar programında hiçbir fonksiyon çalışmaz. Genel sonuçları olan ana bir hata yapmışınızdır. Odaklı sorunlarda ise aksaklık ya da güçlük belirli bir işlevdedir ve halledilir halledilmez sorun kalmaz. Diş ağrısı gibi…

Bazı sorunlar hafiftir fakat uzun sürer. Aslında sorunları süreye göre de ayırabiliriz, uzun-kısa gibi.
Ya da büyüklüğe göre büyük-orta-küçük gibi… Sorunların geliş biçimi de sınıflanabilir. Sayıca çok ya da az… Ya da çeşide göre… Aynı anda birden çok farklı çeşitte sorunla mücadele etmek zorluğu olduğundan çok arttırır. Sorunları sınıflayış şeklimiz sabit değildir. Konuya ve onun içinde bağlama göre değişir. Dikiş iğnesinden iğne geçirmek zor, buna karşın çok daha fazla dikkat isteyen teknik bir problemi halletmek kolay algılanabilir. Ya da benzer bir teknik problem gece saat 24’te olduğundan çok zor gibi algılanabilir.

Sorunları algılayışımızın değişken oluşu onları sınıflayışımızı ve bunun getirdiği kolaylıklardan faydalanışımızı güçleştirir. Eğer ne olduğunu anlayamadığınız bir kargaşa içinde elinize geçen herşeyi hedefe fırlatıp atıyorsanız durup bir nefes almak ve sorunları doğru sınıflamak zamanı gelmiştir. Eğer sorunları sonuca gitmeğe en uygun şekilde sınıflayabilirseniz benzer bir çözümden faydalanarak hedefi vurmak şansınız doğar.
Sorun çözmek temelde bir sınıflama sorunudur .

Yazımın başında kronik sorunlardan bahsetmiştim. Kronik kelimesi Merriam-Webster’de şöyle tanımlanır: Sorun uzun süreli ise veya uzun bir dönem içinde sık sık tekrar ediyorsa kroniktir. Kronik bir sorunda en belirgin unsur tekrar ya da sürekliliktir. Tekrar aralıklarının kısalması sorunun ağırlaştığını ya da hafiflediğini belirtebilir. Örneğin, ağır krizler yerlerini daha hafif fakat daha sık veya düzensiz sorun dönemlerine bırakabilir. Ya da krizlerin ağırlaşması ve giderek sıklaşması durumun daha vahim bir hal aldığını gösterir.

Kronik sorunlarda sorunun tekrarı çeşitli şekillerde mümkün olabilir.
1- Rasgele olaylar akışı içinde zaman zaman sorun patlar. Burada önemli olan unsur sorundan farklı olan olayların rasgele oluşu, sorun ile aralarında bir ilişki bulunmayışıdır.
2- Sorun ard arda gelen bir olaylar dizisinin sonucunda patlar. Her patlayıştan sonra aynı döngüye girilir. Burada tekrar eden yalnız başına patlayan sorun değil onu hazırlayan olaylar dizisidir. Olaylar döngüsü sabit olmak zorunda değildir. Bazı olayların varlığı zorunlu olabildiği gibi iki ayrı döngü patlayan sorun dışında tamamen farklı olaylardan oluşabilir. Fakat bu olayların hepsi ya da büyük bir kısmı nedenleri oluşturan olaylar kümesine aittir.

Kronik bir soruna yakından bakarsak, tek bir kriz zaman içinde başlar bir süre devam eder ve biter. Ya da sorun belirli bir zamanda başlamıştır ve kesintiye uğramadan çok uzun süre devam eder. Krizin başlamasına neden olan genel etkenler kümesi, krize doğrudan neden olan bir nedenler kümesi ve bunun içinde de krizden hemen önce gelebilen tetikleyiciler kümesi vardır. Zaman zaman tekrarlayan krizler durumunda da krizin sona ermesine neden olan genel etkenler, doğrudan nedenler ve tetikleyiciler kümeleri vardır.

Kronik hastalığın ortaya çıkmasına neden olan denklemin bir bileşeni de geçmişteki olaylara ve soruna ilişkin tarafların tabiatına ilişkin malzemeye bağlı zamanla değişen fakat tekrar etmeyen kısa zaman dönemlerinde sabit değer kabul edilebilecek bir fonksiyondur.

Krizin başlamasına neden olan etkenler, nedenler ve tetikleyicilere iyi bakılırsa bunlar daha önceki kriz değerlerine, yani kriz fonksiyonunun önceki değerlerine çeşitli şekillerde bağımlı olabilir. Örneğin daha önceki krizin ağırlığı, süresi, attack süresi(tepe noktasına ulaşım süresi), sustain süresi(tepeden sonra biraz inip sabit kalış süresi) ve release süresi(bitiş süresi). Bazen sorunun yavaş bir şekilde gelişmesi ve artması, yani 1. ve 2. türevlerinin küçük olması, ya da bunu sağlayacak dengeleyici ve sürekli önlemler alınması sorunun krize dönüşmesini engelleyebillir. Krizi oluşturan nedenlerin daha önceki krizlerin özelliklerine ve bizatıhi kendi gelişimine bağımlılığı kronik sorunun tekrarlayışına yol açar.

Yukarıda birinci madde de rasgele olaylar akışı içinde tekrarlayan kronik bir sorundan bahsetmiştim. Öyle sorunlar olabilir ki bunlar yalnız kendi kendilerine ve kendi geçmişlerine bağımlıdırlar. Kendi kendilerinin tetikleyicisi olan bu sorunlar recursive[3] ‘dir. Aslında bunlar 2. maddedeki fonksiyonların özel bir hali olarak değerlendirilebilir.

Eğer tekrar yazımın başlangıcına dönüp benzen halkası modelini bulan organik kimyacının hikayesini
dikkatle incelersek ‘kendi kuyruğunu ısıran yılan’ sembolünün önemini şimdi daha iyi anlayabiliriz. ‘Kendi kuyruğunu ısıran yılan’ ya da ‘akrebe kendini ısırttırmak’ çözümü çok zor sorunları halletmek için kullanılan bir yöntemdir. Sorun o kadar zordur ki dışarıdan etkenlerle, kuvvetle, ilaçla vb. halli mümkün değildir. Öyle ise sorunun zorluğunu oluşturan gücü kendi kendini yok etmeğe yönlendirecek yaklaşımlar geliştirmek gerekir. Bu tür çözümler her zaman var olmayabilir. İnanıyorum ki, kronik sorunlar ‘akrebe kendi kendini ısırttırmak’ yöntemi ile çözülebilirlik özelliğine sahiptir.

Ali R+ SARAL

Not: ‘Kronik Sorunların Bir Matematiksel Modeli’ adlı makalem bir süre sonra http://tekne-techne.blogspot.com/ adlı blogumda çıkacak. İlgilerinize…

Kaynaklar:
[1] Rober H. McKim, Experiences in Visual Thinking , Brooks/Cole Pub. Co. Monterey, California, s. 11.
[2] Merriam-Webster Dictionary
Main Entry: chronic

Etymology: French chronique, from Greek chronikos of time, from chronos
Date: 1601
1 a: marked by long duration or frequent recurrence : not acute b: suffering from a chronic disease 2 a: always present or encountered ; especially : constantly vexing, weakening, or troubling b: being such habitually
Medical Merriam-Webster:.
1 a : marked by long duration, by frequent recurrence over a long time, and often by slowly progressing seriousness : not acute b : suffering from a disease or ailment of long duration or frequent recurrence
2 a : having a slow progressive course of indefinite duration -- used especially of degenerative invasive diseases, some infections, psychoses, and inflammations -- compare
ACUTE 2b(1) b : infected with a disease-causing agent (as a virus) and remaining infectious over a long period of time but not necessarily expressing symptoms
[3] Merriam-Webster Dictionary
Main Entry: re·cur·sion

Pronunciation: \ri-ˈkər-zhən\
Function: noun
Etymology: Late Latin recursion-, recursio, from recurrere
Date: 1616
1 :return
1 2 : the determination of a succession of elements (as numbers or functions) by operation on one or more preceding elements according to a rule or formula involving a finite number of steps 3 : a computer programming technique involving the use of a procedure, subroutine, function, or algorithm that calls itself one or more times until a specified condition is met at which time the rest of each repetition is processed from the last one called to the first — compare iteration

Main Entry: it·er·a·tion

Pronunciation: \ˌi-tə-ˈrā-shən\
Function: noun
Date: 15th century
1: the action or a process of iterating or repeating: as a: a procedure in which repetition of a sequence of operations yields results successively closer to a desired result b: the repetition of a sequence of computer instructions a specified number of times or until a condition is met — compare
recursion 2: one execution of a sequence of operations or instructions in an iteration3: version , incarnation

Monday, November 10, 2008

TOPLANTI NOTLARI YAZMAK

“Taşı oydum. Gönlümdeki sözleri ona vurdum!” [1] Kül-Tegin’in yazıtını yazan akrabası Yolıg-Tegin’in bu sözler. Eski Türkler yazıta ‘bengü’ yani ‘ebedi’, ‘ölümsüz’ derlerdi[2]. Kül-Tegin’in yazıtları M.S. 732 yılından kalma… Bu en eski Türk yazıtları Göktürklere ait. Yazı Türk kültürüne geç girmiş ama yöneticiler ona bütün gönülleri ile sahip çıkmışlar.

Google’da ‘minutes of the meeting’ ifadesini aratınız. Sonra ‘toplantı notları’ ifadesini aratınız. İngilizcesi 951.000 defa, Türkçesi 15.300 defa bulunuyor.

Kısacası Göktürklerden bu yana fazla değişen bir şey yok. Türk kültürü hala işlevsel olarak söze önem veren, sözlü bir kültür. Yazının kıymeti daha çok hukuki önem taşıyan durumlarda geçerli. Sözlü bir kültür, göçerek yaşayan, ailesi ile birlikte sınır boylarında akın düzenleyen bir kavim için geçerli ve onu güçlü kılan bir kültür olabilir. Fakat günümüzün yerleşik ve sanayileşen Türkiyesinde bunu savunmak kişileri ve kurumları başarılı kılmaz. Maalesef kılamıyor da.

Ciddi sanayii işleri yapan şirketlerin önüne müşteri isteklerinin doğru tespitinden, ürünün doğru ve randımanlı üretimi, testleri ve teslimine kadar ISO 9000, DO178B, ISO12207, MIL498 vb. bir çok standartlar çıkmakta…. TUBITAK vb kuruluşlardan destek ve teşvik almak için, ya da müşteri şartnameleri gereği üretim sürecinin belgelenişi artık bir zorunluluk haline geldi.

Belgeleniş gerektiren tüm durumlarda, toplantı notları, istenen belgelerin hazırlanışı ve doğrulanması için güçlü bir kaynaktır. Ayrıca ISO12207, IEEE1074 gibi üretim süreçlerinin düzenlenişine ilişkin standartların uygulanmasında toplantı notu tutmağa başlamak atılan ilk ve doğru adım olur.

ISO9000’i bir anda uygulamağa başlamak mümkün değildir, çoğu kez. Şirket elemanları ve yönetiminin bilgiyi biriktirmek ve nakletmek konusunda belirli bir olgunluğa gelmesi şarttır, bu tür standartları uygulayabilmek için. İşte toplantı notu tutmak bu olgunluğu sağlamak için atılacak ilk adımdır.

Uygulamaya başlamak için aşağıdaki bilgileri içeren bir format standardı belirlemek ve anketli boş form hazırlamak gerekir(soft ve hardcopy). Her toplantı başlamadan o toplantıda not tutacak kişinin ismi belirlenir.

Not tutan:
Tarih:
Onaylayan: (müşteri vb resmi toplantılar için)
Yer:
Katılanlar:
Gelmeyenler:
Konular
Konu, dile getiren
Kararlar
Konu, yükümlü, tarih sınırı

Farsça’da ‘eser’ kelimesi Türkçe ‘iz’ anlamına gelir. Bir şeyi arayıp bulamayınca ‘aradığım şeyden eser yok’ deriz. Dilimizdeki ‘eser bırakmak’ deyimi aslında ‘iz bırakmak’ anlamına gelir.

Toplantı notları başarıya giden yolda bıraktığımız izlerdir. Onları incelemek ilerisi için bize yol gösterir.


[1,2] Prof. Dr. Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 116,112.

Tuesday, November 04, 2008

”MISTAKES ARE BEAUTIFUL”

“Mistakes are beautiful.” Because they introduce a touch of reality to the perfect beauty. They make flawlessness breathe. I have written this article originally for my Turkish fellow citizens. I learned this adage from a conversation at BBC Prime. I believe mistakes are beautiful everywhere on the earth. But please excuse my verbosity for my heartfelt urge to speak out for the benefit of my country’s sensuous people. My word stands primarily for them.

“A player has to pass through some furniture on the stage and run to the front… Unfortunately, an other player hits a chair and the first player’s running way is closed. What would a master player do in this situation? What would you yourself do in this situation?

“According to the character of the play, a master player chooses to: 1- ‘Oh, God would this happen to me also?’, if the play is a serious one such as a tragedy. 2– ‘Haha, only this was missing on my way!’, if the play is a comedy. In the mean time, somebody would rempve the chair from his way.

An experienced performer or artist makes the best out of the unexpected and sometime unwelcome ingredients he meets during his creative process.

A master performance artist, a violonist, shows his skill when he makes a glitch. He uses this slip as a touch of naturalness or may be as a little spicing and converts it to a natural element of her performance.

Isn’t it the same in our daily lives? The more we accept as natural, the mishaps or mistakes we encounter and manage them to our purpose, don’t we get the less hurt and be successful?

Mistakes are beautiful. Because they introduce a touch of reality to the perfect beauty. They make flawlessness breathe.

If mistakes are beautiful, then are errors also beautiful?

Hmm, I am not sure. Because as a result of an error somebody gets hurt, or irrecoverable loses may occur sometimes. But this does not mean that, we should live without making any errors. Is it possible not to make any mistakes? If you have done a mistake you pay or make up for its consequences and you continue. Even if you are punished heavily, sometimes some errors may end up with good or beautiful consequences.

Adam and Eve’s story from the Hollybooks tell this gracefully. After Adam and Eve eat the apple, they
Pay the cost of this error by being thrown out of the paradise. Just think, when viewed from the point of its consequences, aren’t the Holly Books giving the message, that not only the mistakes but even the errors may end up happily at the end of the day?

One should not forget discrepancies. If somebody’s discrepancy or misjudgings have caused the failure of a task, this is the deficiency of that person. One other meaning of deficiency is: a part or element of a finished work which does not comply with generally accepted rules or is not percieved good according to the established appreciation habits.

The role of mistakes and discrepancies in creativity can hardly be ignored. Mozart and many other genius artists’ works are full of ‘discrepancies’ or mistakes that do not abide by the rules that are thought at schools. If a creator does not make mistakes, and apply only the rules written in the theory books, then he can not create original works. It is not the fact that you have made a mistake, but
the way you correct it. How you make that mistake meaningful in such a way that it does not hurt your personality… It is being able. Being able to make a mistake...

Forget about the fear of making a mistake or doing something that will not abide by the principles of your way of doing things. Instead welcome every error and mistake with joy. Wonder what is the thing that has caused you or opponent do this mistake. What can you do with this information? How can you update your point of view and how can you say and do more effective things? Wonder how can you make up for this error and more important make it meaningful?

I wonder, how can a mistake be made more beautiful?

Note: A company, any institution or society has to define what is discrepancy, what is mistake or error
without any hesitation in order to be successful.

Wednesday, October 29, 2008

YARIM BIRAK!

Yarım bırak!
Ne yapıyorsan yap ama onu yarım bırak!
Onu yarım bırakabil!

Yaptığın herşeyi sonuna kadar
Yapmak zorunda değilsin.
Yaptığın herşeyi sonuna kadar
En iyi kalitede yapmak zorunda değilsin.

Meyve yiyorsan eğer
Sonuna kadar yemek zorunda değilsin
Bırak yarım kalsın
Belki sonra
Onun tadını unuttuktan
Sonra yeniden başlayabilirsin…

Yarım bırak!
Herşeyi sonuna kadar
Yapmak zorunda değilsin
En iyi şekilde…

Herşeyi tamı tamına yapmış olman
Bundan sonraki şeyi tam yapacağını
Garanti etmez.

Yarım bırak ki
Kontrol eden hakim olan
Efendin sen ol kendi kendinin…

Yarım bırakmayı da kes yeri geldiğinde
Yarım bırak…
Ki tam hakkıyla
Yaptığın güzel işler kalsın ardında…

Yarım bırak…

Tuesday, October 21, 2008

İNANCIN DUYGU HİSSEDİŞTE ROLÜ

(Beynin Acil Durumu İşleyişi Üzerine Deneysel Bir Karalama)

THE ROLE OF BELIEF IN FEELING EMOTIONS
(An experimental article on the emergency processing of an air traffic controller’s brain)

Bu yazı önce Sartre’ın inancın duygu hissedişteki rolü ile ilgili bazı düşüncelerini [1] ele alacak. Daha sonra bu düşünceler ile bir büyük sistem kontrolörünün acil duruma müdahele edişi sırasında beynin acil durum işleyişi ile ilişkiler kurmaya çalışacak.

‘Pilotte de Guerre’ kitabı, bir pilot olarak Antoine Saint Exupery’nin, ekip ruh hallerini nasıl takip ettiğini gösterir. Kendisinin ve ekibindeki havacıların çeşitli zamanlardaki duygusal durumlarını anlattığı kısımlar duyguların güçlü psikolojik analizlerini içerir. Sanırım, günümüz havacılarının, bu konuda Exupery’den öğrenebileceği çok şey var. Bu deneysel yazımda havacılık bağlamında ele alınanların genel olarak ulaşım, enerji vb. alanlarda da, insan makine etkileşimi konusunda büyük sistemler için geçerli olduğunu unutmayınız.

Sartre korku duygusunun gerçek anlamının özel bir bilinçlilik hali olduğunu yazar [1]. Bilinçlilik ‘kişinin kendi içinde olan bir şeyin farkında oluş durumudur’ [2]. Korkan insan kendi içinde bulunduğu durumun ve buna ilişkin kendi tepkisinin farkındadır. Üstelik farkında olduğu bu hal daha önceden ‘korku’ olarak duymuş olduğu bir ruh halidir. Kısacası ‘korku özel bir bilinçlilik halidir’.

Kendimiz baş edemeyeceğimiz bir dış güçle karşılaştığımızda korkarız. Korku duygusunun amacı bizi korkutan bir şeyi fiziki olarak yok etmek şansımız olmadığı zaman onu büyü ya da sihir yolu ile yok etmektir. Öyle ki, korkan kişi bayılarak kendini ve böylece baş edemediği tehdidi yok etmiş olur.

“The real meaning of fear … is a consciousness whose aim is to negate something in the external world by means of magical behaviour, and will go so far as to annihilate itself in order to annihilate the object also [1, p42].”

“Korkunun gerçek anlamı … hedefi, büyüsel davranış ile, harici dünyada bir şeyi alt etmek olan, ve hedef nesneyi de yok edebilmek için kendini yok edecek kadar ileri gidebilen bir bilinçliliktir.”

Duyguların hemen hepsi çeşitli vücut değişiklikleri ile birlikte gözlenir. İnsan korkunca vücudunda bazı değişkilikler olur: titreme, yüz kızarışı, kan basıncında değişiklik vb. Duygu sırasında hissedilen vücutsal değişiklikler, kişinin o duyguya ve onun atadığı anlama daha çok inanmasına hizmet eder. Örneğin, korktuğunuzda ellerinizin titrediğini fark edişiniz sizi daha çok korku duymağa götürür.

“Real emotion is quiet an other matter: it is accompanied by belief. The qualities ‘willed’ upon objects are taken to be real. … Here we can understand the part played by the purely physiological phenomena; they represent the genuineness of the emotion, they are the phenomena of belief [1, p49].”

“Gerçek duygu tamamıyla farklı bir meseledir: inanç eşliğindedir. Nesneler üstünde gerçekleşmesi ‘arzu edilen’ özellikler gerçek olarak algılanır. … Burada tamamen fizyolojik olgular tarafından oynanan rolü anlıyabiliriz: onlar duygunun gerçekliğini temsil ederler, inanmayı sağlayan olgulardırlar.”

Duyguyu duymağa ilişkin farkındalık vücudun o an yaşanışı ve algılanışı ile aynı anda gerçekleşir. Kişi bilmediği bir durum algılar vücudu ile… Bilmediğimiz herşeye karşı kendimizi savunma mekanizmamız geçici de olsa doğru olmasa bile bir şeylere belki bir hipoteze inanmaktır. Vücuttaki bu bilinmeyen değişimler arttıkça onlara ilşkin inanç kendi kendini doğurarak (recursive) güçlenir. Ne kadar aksaklıkları olsa da kişi dünyayı yeni oluşturduğu bu fantezi açısından görmeğe ve yaşamağa başlar.

“Clearly to understand the emotional process as it proceeds from consciousness, we must remember the dual nature of the body, which on one hand is an object in the world and on the other is immediately lived by the consciousness. Only then we can grasp what is essential – that emotion is a phenomenon of belief. Conciousness does not limit itself to the projection of affective meanings upon the world around it; it lives the new world it has thereby constituted – lives it directly, commits itself to it, and suffers from the qualities that the concomitant behaviour has outlined. This means that, all ways out being barred, the consciousness leaps into the magical world of emotion, plunges wholly into it by debasing itself [1, 51].”

“Bilinçlilikten ortaya çıkan duygusal süreci berrakça anlamak için, vücudun ikili yapısını hatırlamak zorundayız, bir yandan dünya içinde bir nesne ve öte yandan bilinçlilik tarafından o an yaşanmakta olan… Yalnız o zaman esas olanı yakalayabiliriz – yani duygunun bir inanç olgusu olduğunu. Bilinçlilik kendini çevresini saran dünyaya hissel anlamlar atamağa sınırlamaz; yarattığı yeni dünyayı yaşar – onu doğrudan yaşar, kendini onun yükümlülüğü altına sokar, ve kalıcı davranışların özetlediği özellikler yüzünden zarar görür. Bunun anlamı şudur, bütün çıkış yolları kapatıldığında, bilinçlilik duygunun büyülü dünyasına atlar, kendisini aşağıya indirgeyerek, bütünüyle onun içine daldırır.”

Duygusallaşmak kişinin düşünüş şeklinin, muhakeme mekanizmalarının değişmesidir. Kişi normal yollardan, muhakemesi ile alt edemediği bir dış olguyla karşılaştığında son çare olarak duyguları ile cevap verir. Bu cevap durumun zaman ve şiddet boyutlarına bağlı olarak, hayal görmek, isteri krizi geçirmek noktalarına kadar varabilir. Kişi, büyülü bir hayal alemine giderek olayı şakaya ya da yasa vb. vurabilir.

Olaya kimyasal açıdan bakılırsa [3], karşılaşılan dış olayın algılanışı sırasında oluşan vücudun refleks tepkisinin yarattığı değişimler(hormonlar, adelelerin sertleşmesi, zihinsel yük vb), istenilen amacı başaramazsa ve dış güç karşısında başarısız olunursa, hem fiziki hem de psişik enerjinin bir şekilde harcanması gerekir.

Vücuttaki hormonal değişiklikler yalnız adele sertliği gibi korunmağa yönelik amaçlı değildir. Salgılanan hormonlar beynin duygusal işleyişle ilgili kısımlarının propagasyon özelliklerini değiştirir. Neural Networklerde genel olarak eşik seviyelerinin düşmesi doğru sonuç vermese de karar almayı kolaylaştırı ve hızlandırır. Düşünme hızının artması hayal, hatta halisülasyon görme etkisini yaratabilir.

Sartre, o dönemdeki bilimsel olgunluğa bağlı olarak konuya daha çok felsefi yaklaşıyor.

“A consciousness becoming emotional is rather like a consciousness dropping asleep. The one, like the other, slips into another world and transforms the body as a synhetic whole so as to be able to live and to percieve this other world through it [1, p51].”

“Duygusallaşan bir bilinçlilik uykuya dalan bir bilinçlilik gibidir. Biri, diğeri gibi, bir başka dünyaya kayıp gider ve vücudu yapma bir bütün olarak bu başka dünyayı algılamak ve yaşamağa dönüştürür.”

Kişi duygusallaştığı sırada bir değişim içinde olduğunun farkındadır. Fakat bu yalnızca konumsal bir bilinçliliktir, yani yaptığımız işin farkında ama sonuçları nedeni niçinine ilişkin formule edilmiş tümsel bir farkındalık değil. Bu konumsal bilinçlilik dünyanın indirgenmiş bir halidir, üstelik büyülü bir dünyaya geçiş ile eş zamanlı olarak…Bu konumsal bilinçlilik atandığı yani farkında olunan nesne tarafından kullanılıp bitirilir.

“Thus the origin of emotion is a spontaneous debasement lived by consciousness in face of the world. What is unable to endure in one way it tries to seize in another way, by going to sleep, by reducing itself to the states of consciousness in sleep, dream or hysteria. And the bodily disturbance is nothing else than the belief lived by the consciousness, as it is seen from outside.

First, that the consciousness has no thetic consciousness of self as abasing itself to escape the pressures of the world; it has only a positional consciousness of degradation of the world, which has passed over to the magical plane. … Its finality is not for all that unconscious, but it is ‘used up’ in the constituting object.

Secondly, that the consciousness is caught in its own snare. Precisely because it is living in the new aspect of the world by believing in it, the consciousness is captured by its own belief, exactly as it is in dreams and hysteria []1, p52].”

“Böylece duygunun kaynağı bilinçliliğin dünya ile yüzleşişinde anlık bir aşağı indirgeniştir. Bir yoldan ayakta kalmağı beceremediği şeyi, bir başka yoldan, elde etmeğe çalışır, uykuya dalarak, kendisini bilinçliliğin uyku, rüya ya da isteri durumlarına indirgeyerek… Ve vücut tepkileri bilinçlilik tarafından yaşanan inanctan başka bir şey değildir, dışardan görüldüğü gibi.

Birincisi, dünyanın baskılarından kaçmak için kendini aşağı indirgemek şeklinde, bilinçliliğin kendisine ilişkin hiçbir iddiasal bilinçliliği yoktur: yalnızca büyülü düzleme geçmiş olan dünyanın aşağı indirgenişinin konumsal bir bilinçliliğine sahiptir.

İkincisi, bilinçlilik kendi kapanına yakalanır. Tam olarak dünyanın bu yeni özelliğini ona inanarak yaşadığı için, bilinçlilik kendi inancı tarafından esir alınır, aynen rüyalar ya da isteride olduğu gibi.”

Gece evde yalnızsınız, zemin kat penceresinde karanlık içinden bir yüz aniden beliriyor. Korkarsınız. Aslında sizi ziyarete gelmiş bir dostunuz bile olsa pencerede aniden belirdiği için korkarsınız. Korku, o yüzü uzaktaki pencerede değil hemen yakınınızda hissetmenize neden olur. Korku ile titrer ve bir çığlık atarsınız. O anki bilinçliliğiniz korku duygusunun adını verdiği bir alt indirgeniş içindedir. Sanki, penceredeki yüzün ellerini üzerinizde hissedersiniz. Korku korkulan şey ile korkan arasında sentetik bir bütün oluşturur, sanki aradaki mesafe gerçeküstü bir şekilde yol olmuştur.

“The face outside the window is in immediate relationship with our body; we are living and undergoing its signification; it is with our own flesh that we constitute it, but at the same time it imposes itself, annihilates the distance and enters into us. Consciousness plunged into this magic world drags the body with it as much as the body is belief and the consciousness believes in it. The behaviour which gives its meaning to the emotion is no longer our behaviour; it is the expression of the face and the movements of the body of the other being, which make up a synthetic whole together with the upheaval in our own organism [1, p57].”

“Pencerenin dışındaki yüz vücudumuz ile o anda ilişki içindedir; onun belirttiği anlamı yaşarız ve onun etkisi altında kalırız; etimiz ile ona anlam atarız, ama aynı zamanda o kendisini ileri sürer, aramızdaki mesafeyi yok eder ve içimize girer. Bu büyülü dünyaya dalan bilinçlilik kendisi ile birlikte vücududa sürükler, vücut inanç olduğu kadar ve bilinçlilik ona inandığı kadar. Anlamını duyguya veren davranış artık bizim davranışımız değildir; o, organizmamızdaki altüst oluşla birlikte, yapma bir bütün oluşturan penceredeki yüzün ve diğer varlığın vücudunun hareketleridir.”

Havacılık ya da bir büyük sistem açısından düşünüldüğünde duygusal düşünmenin yeri çok az ama sıfır olmamalı… Çok fazla olmayan olumlu bir motivasyona dayanan olumlu bir ruh hali, sürekli olarak ayakta tutulması gereken durum farkındalığı (situation awareness)‘nın sürdürülmesinde faydalı olabilir.

Acil durumlarda ise duygusal(emotional) düşünme kapasitemizin muhakemesel(cognitive) düşünme kapasitemize göre çok daha hızlı olduğunu unutmamak gerekir. Duygusal düşünmenin daha hızlı olması doğru kararlara yol açacağı anlamına gelmez. Ancak, bir çok acil durumda bir şeyler yapmak doğruyu yapmaktan daha önemli olabilir. Duygusal düşünceyi, bütünüyle her koşulda reddetmek bence doğru olmayabilir.

Yanıt zamanı (reaction time)’nı belirleyen, olay anındaki duruş (posture)’a ilişkin, ruh hali, durum farkındalığı (situatin awareness), ve diğer unsurlardır. Ruh halini ya da olaya hazır oluşu sağlayan stress seviyesi duygu sistemi ile ilgili bazı hormonların seviyesi ile ilgilidir.

Olağanüstü bir durumla karşılaşan bir ATC (Air Traffic Controller) operatörü, çok kısa bir süre içinde onun dikkatini çeken – korkutan şey hakkında karar vermek zorunda… Ya pilota gereksiz yere bir çok kişinin hayatını riske atacak bir takım manevralar yaptırtacak komutlar verecek ya da verdiği komutlar bu insanların güvenliğine katkıda bulunacak.

Sartre’ın yazılarına bu gözle bakacak olursak… ATC operatörü bir olağanüstü durum fark ettiğinde, o ilk anda,
eğer duygusal bir ruh ile yaklaşırsa, beyni onu hızla ve tekrar tekrar soruna doğru çeker. Bu daha çok duygusal ağırlıklı bir yaklaşımdır. Böyle olması doğaldır da çünkü acil bir durumda duygusal sistem önceliği ele alır.

Bunun hemen akabindeki çok kısa süre içinde, eğer kişi duygusallaşırsa, giderek gördüğünü zannettiği şeyin doğruluğuna inanır. Oysa bu ikinci an, kontrolörün olaya mümkün olan bütün gücü ile konsantre olarak tepki vermesi ve bu gücü muhakemesel(cognitive) olarak değerlendirmesi gerekir.

Kontrolörün genel kişiliği acil durumlarda verdiği tepki zamanını ve kalitesini etkileyebilir. Çabuk inanan, renkli duygusal bir kişilik uygun olmayabilir[4]. Kişinin, dogmatikliğe düşmeyen, aşırı değil ama belirli bir inanç sistemine (dinsel, politik, ideal) sahip oluşu acil durumlarda daha tutarlı hareket edişine imkan sağlayabilir.


Havacılıkta uğurdan tutun maskotlara kadar her türlü şeye değer verilişi boşuna değildir. Ora et labora [5] sözünün belirttiği gibi, bir yandan dünyayı daha iyi kılacak şeyler yapmağa çalışmalıyız diğer yandan da biz bu işleri yaparken karanlıkta el yordamı ile ilerleyebilmemiz için varsayıp inandığımız referans noktalarımız olmalıdır.

Ali R+ SARAL


Kaynaklar
[1] Sartre, J.P., Sketch for a Theory of Emotions, Routledge Classics, 2006.
[2] Merriam - Webster.
[3] Cornelius, R.R., The Science of Emotions, Prentice Hall, 1996.
[4] Sargent, P., şahsi eğitim sohbetlerinden, Karlsruhe UAC, EUROCONTROL STK
[5] Ehrenberger, G., iş sırasında eğitim sohbetlerinden, Karlsruhe UAC, DFS.

Tuesday, October 07, 2008

“YANLIŞLAR GÜZELDİR”

“Mistakes are beatiful!”

“Bir tiyatro oyunu sırasında, başroldeki oyuncunun sahnedeki eşyaların arasında bir boşluktan koşarak sahnenin ön kısmına çıkması gerekmekte… Fakar malesef diğer oyunculardan biri bir sandalyeye çarpar ve başrol oyuncusunun yolu tıkanır.” Usta bir oyuncu bu durumda ne yapar? Siz olsaydınız ne yapardınız?

“Usta bir oyuncu, oyunun tipine ve o andaki bağlama göre: 1- Eğer eser trajedi gibi ciddi bir eserse ‘Oh, tanrım, başıma bu da mı gelecekti?’ türünden bir şeyler söyler, gözlerinden yaşlar gelir. 2- Eğer eser komedi ise ‘Haha, şimdi bir sen eksiktin burada’ der güler. Bu sırada kazandığı zaman içinde de birileri yolu açmış olur…”

İyi bir sanatçı icraatı ya da yaratış süreci sırasında önüne çıkan umulmadık bazan da istenmeyen durumları değerlendirip bunlardan en iyi şekilde faydalanır.

Müzikte de bir kemancı ya da herhangi bir enstrüman çalan ya da şarkı söyleyen kişi, eğer usta ise yaptığı hatayı icrasına renk katan bir unsur olarak değerlendirir ve icraatının doğal bir parçası haline getirir.

Günlük hayatımızda da böyle değil mi? Karşılaştığımız aksilikleri, yaptığımız yanlışları ne kadar doğal karşılarsak ve onları kendi amacımıza yönlendirirsek o kadar az yıpranıp o kadar çok başarılı olmuyor muyuz?

Yanlışlar güzeldir. Çünkü onlar kusursuzluğun yapmacıklığına renk katarlar… Pürüzsüzlüğe hayat verirler.

Yanlışlar güzel… Öyle ise hatalar da güzel midir?

Ehem, pek o kadar değil… Çünkü hatanın sonucunda birisi zarar görür, hatta telafisi mümkün olmayan bir kayıp oluşur… Ama bu demek değildir ki, hiç hata yapmadan yaşamak gerekir. Hata yapmamak mümkün mü? Hata yaptıysanız bedelini ödersiniz ve yola devam edersiniz. Üstelik bazı hatalar bazan olumlu ve güzel sonuçların ortaya çıkmasına da neden olabilir.

Kutsal kitaplarda yer alan, Adem ile Havva’nın cennetten atılışı hikayesi bu durumu çok güzel anlatır. Elmayı yiyen Adem ile Havva işledikleri bu hatanın bedeli olarak Cennet’ten atılırlar. Şöyle bir düşünürsek, sonuçları açısından bakıldığında, yalnız yanlışlar değil, bazı hatalar bile güzeldir, demiş olmuyor mu kutsal kitaplar?

Kusurları da unutmamak gerek. Bir işin başarısızlığa uğrayışında eğer bir kimsenin eksikliği, istemeden yaptığı yanlışlar var ise o insan kusurludur. Kusurun bir anlamı da: bir sanat eseri veya yapılmış bir işte o kadar iyi olmayan ya da kurallara uymayan unsur ya da yer…

Yaratıcılıkta kusurların, yanlışların yeri çok önemlidir. Mozart ve daha bir çok dahi sanatçının eserleri okullarda öğretilen kurallara uymayan ‘kusur’ ya da daha kötüsü ‘yanlış’larla doludur. Bir yaratıcı eğer yanlış yapmazsa, eğer yalnız kitaplardaki kuralları uygulamağa kafa yorarsa kendine özgü, özgün bir eser yaratamaz. Önemli olan yanlışı yapmış olmak değil onu nasıl düzeltmek, o yanlışı kendinize yaraşır bir şekilde, nasıl anlamlı kılmak… Kılabilmek.

Hata yapacağım, belirlediğim benimsediğim ilkeler ve düşünce sistemine uymayan bir şey yapacağım korkusunu bir kenara bırakınız. Aksine, hata ve yanlışları sevinçle karşılayınız. Acaba sizi veya karşınızdaki insanı bu yanlışı yapmağa iten nedir? Acaba bu bilgi ile ne yapabilirsiniz? Kendi görüş açınızı nasıl güncelleştirebilir ve acaba nasıl daha etkin şeyler söyleyebilir ve yapabilirsiniz? Acaba nasıl bu hatayı telafi edebilir ve daha önemlisi anlamlı kılabilirsiniz?

Acaba bir yanlış nasıl güzelleştirebilir?

Ali R+
Not: Bir şirket, herhangi bir kurum ya da toplum başarılı olabilmek için neyin kusur, neyin yanlış ya da hata olduğunu tereddütsüz belirleyebilmelidir.

Thursday, September 25, 2008

DÜŞÜNÜŞ DURAĞANLIĞI

(karalama notu)

Düşünüş durağanlığı beynin muhakeme süreçlerinde gözlenen bir olgu. Durağanlık yalnız muhakemede değil aynı zamanda duygusal süreçlerde de bir sorun. Bunun yanında durağanlık kelimesinin zihinsel durağanlık şeklinde geçtiğini de gözlemek mümkün. Öte yandan, durağanlık beynin temelini oluşturduğu ileri sürülen sinir ağları modelinde de son zamanlarda öne çıkan bir konu. Felsefi olarak, Sartre homeostatik sınırları olan ‘psişik denge’ konusunda kafa yormuş.

Tatilden yeni dönmüş ve siz ile diğer üç kişinin kahve masasına katılan bir arkadaşınızı hayal ediniz… Yalnızca her olayın ayrıntılarını anlatmakla kalmaz sık sık konu değiştirip yolculuğu ile ilgisiz şeylerden de bahseder. Bu sıkça görülen bir sosyal durum. Eğer sağlam bir bağlam (context) kurulmuş değil ise, sohbet tek bir konu etrafında durağan kalmaz.

Akıcı bir şekilde değişen konuları bazı öğretmenlerde de görebilirsiniz. Öğretmen konuyu değiştirerek öğrencilerinin konuya farklı ve ilişkisiz bakış açılarından bakmasını sağlar… Sonuçta, öğretmen olguyu doğrudan anlatmaz fakat öğrencinin kendisinin anlamasına şans tanımış olur.

Öğretmek kuvvetli derecede durağanlığı bozucu bir süreçtir. Öğrenim süreci tanımı gereği durağanlık bozucudur. Kendimizi yalnız yeni düşüncelere açmakla kalmamalı, doğru olduğunu varsaydığımız eski düşüncelerimizi de tartışmağa açmalıyız. Bu hem muhakemesel olarak hem de genç insanlar durumunda duygusal olarak durağanlığımızı bozar.

İsteyerek ya da farkında olmadan, her ne neden ile yapılırsa yapılsın, iyi oluşmamış bir bağlam etrafında konuyu veya içeriği sık sık değiştirmek düşünsel durağanlığın kaybının güçlü bir işaretidir.

Düşünüş derinliği, düşüncenin konu anafikrinden soyutlanış derinliğidir. Örneğin, eğer belirli bir insan hakkında konuşur ve genel olarak kadınların karakteri üzerine bir yorum yaparsanız ve daha sonra insanoğlunun karakterine geçerseniz, düşünüş derinliğini üç seviye derinleştirmiş olursunuz. Düşünüş derinliğini konuştuğunuz en küçük konuda bile gereksiz olarak arttırıyorsanız, düşünüşünüzde durağanlık yoktur.

Bir başka durum ise, konuşan derinliği arttırmaz ama çok sayıda örnek verir ve dinleyiciler sıkılıncaya kadar çok sayıda ayrıntı anlatır. Sürekli olarak, gerektiğinden fazla ayrıntı düşünmek düşünüşü durduruş mekanizmanızda bir aksaklık olduğuna işaret eder. Zihinsel faaliyetlerin sürekliliğine imkan sağlamak açısından, düşünce durağanlığı yeterli miktarda ayrıntı ve zihinsel enerjinin ekonomik kullanımını gerektirir.

Düşünüş sosyal bir çevrede gerçekleşir. Eğer izleyicilere bilgi akış hızı onların anlayabileceğinden çok daha fazla ise, bu iletişim yeteneğinizde yada düşünüşünüzün yapısında bir durağanlık yokluğunu, dengesizliği belirtir. Düşünüşünüzü oluşturan unsurların işlevleri ve düşünüşünüzün genel yapısı onun durağanlığını inşa eder.

Düşünüşün kalitesi de önemlidir. Eğer bir konu hakkında konuşuyor fakat bir sonuca ulaşamıyorsanız bu da düşünüşünüzde durağanlık yokluğuna işaret eder. Durağan ve dengeli bir düşünüş kendi sonuna ulaşmak için koşmalıdır. Bazı durumlarda, sanatta karalama(eskiz) yapmak ya da genel olarak beyin-fırtınası yönteminde durağanlık yokluğu tanım gereği zorunludur.

Düşünsel durağanlık yokluğunun özel bir hali geçmişte olanları çok fazla hatırlamaktır. Sağlıklı, tutarlı bir düşünüş geçmişi saplantı haline getirmez, tabii eğer tarih kitabı yazan bir tarihçi değil iseniz. Düşünüş durağanlığı, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında, zaman hissinde sağlıklı bir denge gerektirir.

Düşünüş durağanlığı hayat, aile, meslek, millet, inançlar, düşünceler, duygular, kısaca herşeyin önemine dengeli bir yaklaşım gerektirir. Bunlardan birini uzun süreler için saplantı haline getirmek kişinin düşünüş durağanlığına zarar verir. Öte yandan, saplantı (obsesyon) güçlükleri aşmamız için değerli bir araçtır. Mühendislik, sanat vb. bazı meslekler saplantının sık sık kullanılışını gerektirir. Bu mesleklerde, düşünüş durağanlığının faydalanmaktan zihinsel dengesizliğe kadar varan bir ölçüde yokluğu şaşırtıcı değildir.
Muhakeme dışında, algılayış, duygusal ya da hareketsel durağanlık için çok sayıda örnek verilebilir. Örneğin, bazan sürekli hareket etmek bir şeyler yapmak ihtiyacı duyabilirsiniz ya da insanlara çok çabuk yanıt verip tepki gösterebilirsiniz ve daha sonra yanlış bir şey söylemiş olduğunuzu fark edersiniz. Bu örnekler sağlıksal ciddiyet açısından geçici davranışsal bozukluklardan zihinsel durağanlık eksikliğine kadar uzanabilir.

Düşünüş durağanlığını sürekli bir durum olarak kaybetmek çeşitli zihinsel sorunların bir göstergesi olabilir. Öte yandan, düşünüşte aşırı güçlü bir durağanlık başka zihinsel problemlerin belirtisi olabilir. Yaşamın güçlükleri ile başedebilmek için sağlıklı bir canlılık (dinamizm) gerekli olabilir.
Yaşamımızdaki hiç durmayan değişim düşünüşümüzde belirli bir esneklik olmasını gerektiriyor.

Ne yazık ki, büyük sistem operatörleri, pilotlar, mühendisler, sanatçılar, müzisyenler vb. çeşitli mesleklerden profesyoneller için düşünüş durağanlığını kaybetmek günlük bir durumdur. Düşünüş durağanlığını kayıp etmeğe yaratıcılık, sürekli öğreniş, uzun süreli yüksek dikkat toplayış, baskı altında karar alış ortamları neden olabilir. Düşünüş durağanlığını kayıp edişe neden olan günümüz mesleklerinde bu durum aynı anda, aşırı derecede dengesizliğe neden olan, 2-3 yabancı dil konuşmak zorunluluğu nedeni ile ağırlaşmaktadır. Motivasyon, sosyal çevre, ailenin doğru kullanımı bu profesyoneller üzerinde günlük dengeleyici etkisi yapabilir.

Düşünüş durağanlığı düşünüş hızındaki bir artış nedeni ile bozulabilir. Elektronikteki Anahtar Kapasite Filtreleri (Switch Capacitor Filters) çalışmak için tasarlandıkları frekanslara göre örnekleme frekansları veya hızı arttırılınca kararlılıklarını(durağanlıklarını) kaybederler. Benzer şekilde, beynimiz daha hızlı çalıştığında daha farklı çalışma eğilimi gösterir. Konuları hızla değiştirmek, daha derin düşünmek bilinen ve gözlenen olgulardır.

Buraya kadarki görüşler, her düşünüş durağanlığı bozukluğunun düşünüş hızındaki artıştan kaynaklandığını ileri sürmek için yeterli değil. Düşünüş hızı artışlarının düşünüş durağanlığı azlığından kaynaklandığını da iddia edemem… Fakat genel olarak düşünüş durağanlığı ile ilgili problemlerin düşünüş hızı problemleri ile birlikte gözlenişi sık karşılaşılan bir durumdur.

Düşünce hızı problemleri aynı zamanda konuşma hızı ile ilişkilendirilebilir. Düşünce durağanlığına benzer şekilde, konuşma hızı problemleri doğrudan doğruya düşünüş hızı problemleri ile ilişkiledirilemezler. Fakat, bir çok durumda arada bir ilişki vardır. Üstelik hızlı konuşan ve hızlı düşünen kişiler konuyu sık sık değiştirirler ya da çok derinleştirirler, kısacası düşünüşleri durağan değildir.

Düşünüş durağanlığı en kolay, düşünüş hızından ve dolayısı ile konuşma hızından tespit edilebilir. Eğer meslekdaşınız durumdan bağımsız olarak, sürekli çok hızlı konuşuyorsa, her ne kadar kişi olarak daha becerikli ve etkin gibi gözükse de aslında bu iyi bir işaret olmayabilir.

Düşünüşünüzü yavaşlatmak için yavaş konuşmak ya da düşünmeğe çalışmak size yardımcı olmaz. Düşünüş hızı beyniniz (herhalde bilinçaltı) tarafından otomatik olarak ayarlanır, onu doğrudan kontrol etmeniz mümkün değildir. Eğer herşey tamamen kontrolünüzden çıktı ise düşünüşünüzü kontrol etmek için bazı dolaylı yollar var. Bu en kötü durumda, düşünüş hızını azaltmak ve öyle tutmak başka herşeyden daha önemli kabul edilebilir.

İnanıyorum ki, asıl sorun düşünüş hızının yüksekliği değil, onu mümkün kılan araç ve süreçleri kaybetmiş olmaktır. Bu araç ve süreçler yüksek düşünüş hızının kötü etkilerini azaltabilir ve uygun bir dinlenme sonrası yok edebilirler. Yüksek ve uzun süren konsantrasyon, düşük motivasyonda aşırı zorlanış vb. nedeni ile bu yeteneklerinizi kaybederseniz, onları yeniden elde edebilmek için, mümkün olan herhangi bir yöntemle zaman kazanmanız kaçınılmaz hale gelir. Düşünüş durağanlığını koruyuş kıymetli bir zihinsel değerdir.

Son bir not olarak, düşünüş durağanlığını düşünüş hızı cinsinden tanımlamak isterim. İnanıyorum ki, düşünüş durağanlığı düşünüş hızını otomatik olarak ayarlayabiliş yeteneğidir.
Düşünüş durağanlığı, sağlıklı bir düşünüş hızını ayakta tutmaktır. Bu düşünce hızı geçici durumlarda değişebilir fakat sonradan sürdürülebilir derecede düşük bir ortalama değere denk düşen, bir sabit seviyeye geri döner.

Wednesday, September 17, 2008

YİTMEK, BENLİĞİN SINIRLARINDA

Denizin üstünde bir yerde uzakta yitmek
Ufukta bir geminin bacasındaki dumanda

Kalabalık bir tren garında, uzaklaşan trende
Geridekilere el sallayarak yitmek uğultular içinde
Ufukta batan güneşte, dalgaların uğultusunda
Bir yaz akşamı uzaklarda yitmek

İstanbul Kapalı çarşıda, kalabalıkta yitmek
Sürüklenmek ordan oraya, cazibesiyle
Tezgahtan tezgaha, hiç aklınızda olmayanı
Almak bilerek, almak yiterek

Bir kalabalığın içinde coşkun
Gururlu bir futbol maçında ya da
Beyoğlunda akan kalabalıkta
Bir damla olup yitmek akıntıda

Sinema seyrederken kahraman olup
Onunla beraber kazanmak, başarmak
Mutlu mutsuz olmak rol oynayan
Bir artist ile değişmek benliğimizi

Bir Mevlana deyişinde,
Mavi camide bakışlarınızı yıkayan
Kendinizden geçişinde, çinilerin…
Bir Dervişin huşu içinde dönüşlerinde…

Kendinden geçercesine çalışırken
Bir mühendis tüm dikkati ile
Gece yarılarında hizmet etmenin
Gururunda yiterken benliği…

Bir Hava Trafik Kontrolörü
Büyük bir tapınaktaki rahipler gibi
Kendinden yoksun benliğinden
Bakarken radardaki harekete

İnanırken en güzeli inanırken
Kaybeden insan kendini
Benliğini kaybeden insan inancında
Tutunacak hiçbir şey kalmadığında gökyüzünde

Tek bir ten kadar darabilen benliğimiz
Bir millet kadardan öte
Bir insan kadar büyüyebilen
Dayanabilen genişliğince güçlüklere

Bilinci yitirmemek, farkındayken herşeyin
Yitmek, benliğin sınırlarında
Yitmek, zamanın içinde yok olmak…
Zamanın hakkını vermek

Saturday, September 06, 2008

HAVA TRAFİK KONTROLÜNDE HOMEOSTASIS

Homeostasis (Yunanca’dan: ὅμος, homos, "eşit"; ve ιστημι, histemi, "ayakta durmak" lit. "eşit durmak"; Walter Bradford Cannon tarafından telaffuz edilmiş,açık ya da kapalı bir sistemin özelliği,özellikle yaşayan bir organizma,kendi iç ortamını kontrol eden ve böylece istikrarlı sabit bir hali sürdürebilen. Çok sayıda dinamik denge ayarıve kontrol mekanizması homeostasisi mümkün kılar. Kavram fizyolojinin babası olarak kabul edilen Claude Bernard,tarafından bulunmuştur, 1865’te yayınlanmıştır. (Merriam-Webster sözlüğünden)

Hava Trafik Kontrol sistemleri ayrık olay dinamik büyük sistemlerdir (discreet event dynamic large systems). Üç alt sistemden oluşurlar: trafik verisinin görselleştirilişi – radar veri işlenişi (radar data processing), trafik yükünün planlanışı ve kısımlara ayırılışı – uçuş verisi işlenişi (flight data processing), ve ilgili bütün iletişim – ATN . Bu üç alt sisteme gerekli altyapı – sistemler (SYSTEMS)’da vardır. Hava Trafik Kontrolü sistemi insan ve makine unsurlarının bir bileşkesidir. Farklı türlerden çok sayıda operatör vardır.

Hava Trafik Kontrol sistemlerinde teknik ve operasyonel gruplar arasındaki homeostasise işaret etmek isterim. Operasyonel grup hava trafik kontrolörlerini ve onların yönetim hiyerarşilerindeki çeşitli kişileri içine alır. Bu insanların büyük kısmı hava trafik kontrolü geçmişinden gelir. Teknik grup bir çeşit mühendis ve hava trafik kontrolörü karışımıdır… Mühendislerin bir kısmı teknik geçmişli bir kısmı da matematik, fen üniversite eğitimi ve mühendislik fakültelerindendir. Teknik gruptaki Hava Trafik Kontrolörleri operasyonel grupla arayüz olarak hizmet verirler. Şartname yazılışı, kalite kontrol, konfigurasyon yönetimi ve test konularında çalışırlar.

Bir Hava Trafik Kontrol Merkezi tarafından yaratılan emniyet yapılan operasyonel ve teknik işlerin bir sonucudur. Teknik taraf hata yaptığında operasyonel önlemler kullanılır. Örn. ayırım (seperation) arttırılır. Aynı zamanda, teknik kolaylıklar eski ve kullanım tarihi geçmiş olduğunda kontrolör yükü
artar. Örn. eğer radar görüntüleri iyi değil ise, kontrolörler bu güçlükle bir şekilde baş etmek zorundadırlar.

Hava trafik kontrolünde teknik ve operasyonel kesimler arasındaki homeostasis teknik kısım geri kaldığında operasyonel kesimin rolünün ağırlık kazanışı ya da tersi şeklinde çalışır Her şeyin harika olduğu zamanlarda operasyonel kısım biraz rahatlayabilir.

Bu notu niye yazıyorum? Bu noktaya kadar büyük bir olay yoktu. İlginç olan olay şunu gözlemlediğimizde ortaya çıkar: Homeostasisi oluşturan taraflardan biri ilişkiye baskınlıkla hakim olursa ne olur? Örn. operasyonel kesim teknik kararları çeşitli amaçlarla etki altına alırsa… Bu kararlar gerçekçi olmayan deadline- zaman sınırı hedeflerinden hangi teknik sistemlerin alınacağını belirlemeğe kadar değişebilir…

Homeostatik dengenin dinamik tabiatı ani ya da gerekli olmayan denge değişikliklerini belirleyebilir.
Aslında, sistemin esnekliği öyle tasarlanmıştır ki radar görüntülerinin kaybı durumunda dahi hava trafik kontrolü stripleri kullanarak devam eder. Teknik gerçeklikle teması kaybetmek daha çok uzun vadede bir risktir. İnanıyorum ki, bir yandan hava trafik kontrolünün günlük görevlerini yerine getirmek öte yandan teknik olarak güncel bir sistemin bakımını yapmak ve geliştirmek çok zordur.

Hava Trafik Kontrolünde teknik ve operasyonel gruplardan birinin diğerini baskınlık altına alışından kaynaklanabilecek elle tutulabilir bir risk var.

Ali R+

Not: Bu sorunun öneminin farkına varmama neden olan Türk ve Karlsruhe kontrol merkezlerinde buna ilişkin edindiğim izlenimlerin arasındaki kontrast. Ehrenberger(ECO)’ya tekrar teşekkürler.

Tuesday, August 26, 2008

SARTRE’IN 'BİR DUYGULAR TEORİSİ İÇİN KARALAMA’SININ HAVACILIK İÇİN ÖNEMİ

Sartre’ın ‘Bir Duygular Teorisi için Karalaması’ hava trafik kontrolörü ve pilot eğitiminde elle tutulur bir değer olabilirdi. Karar vermede duyguların yerini öğreten öğretmenler için somut bir başvuru kaynağı olabilirdi.

Büyük Sistem mühendisleri ağır yük altında çalışırken veya uzun süreler için yüksek konsantrasyon kullanırken kendilerini daha iyi kontrol etmek amacıyla ondan kesinlikle yararlanabilirlerdi.

Philip Mairet’in Routledge Classics’ten çıkan İngilizce tercümesi “Duygusallaşan bir bilinçlilik uykuya düşen bir bilinçlilik gibidir.” s.51 der. Gerçekten Sartre duygulara “kendi kendini denetleyemeyen ama bilinçsiz de olmayan davranışta” olduğu gibi bilinçliliğin özel bir çeşididir der.

Philip Mairet's translation from Routledge Classics says"A conciousness becoming emotional is rather like a consciousness dropping asleep" p. 51. In fact Sartre refers to emotions as a special type of consciousness as in an "unreflective conduct" which is not unconscious as in the act of writing.

Duyguların kaynağını “daha alt bir varoluş(veya daha üst bir varoluş, etc.) gibi tanımlar. Tek kelime ile, duygu sırasında bilinçlilik tarafından yönlendirilen vücuttur, dünyanın özelliklerinin değişmesi için dünya ile ilişkisini değiştiren. Eğer duygu rol yapmak ise, oyun ona inandığımız bir oyundur. S.41.

He explains the origin of emotions as a " lesser existence or a lesser presence(or a greater existence, etc.). In a word, during emotion, it is the body which, directed by the consciousness,changes its relationship with the world so that the world should change its qualities. If emotion is play acting, the play is one that we believe in p. 41.

Sartre’ın ileri sürdüğü gibi, karşılaştığımız gerçeklerle alışılmış yeteneklerimizi kullanarak baş edemediğimizde kendimizi daha alt, hayali bir dünyaya indirgeriz. Bu noktada, bilinçliliğimiz “bir kapana kısılır.” Kaçmak için hayali bir dünya yaratmış ve şimdi rüyalarda olduğu gibi ona inanmaya başlamıştır. P.52.

Sartre’ın Routledge basımının 52. sayfasındaki açıklaması ‘aşırı güven’ tarafından yol açılan vertigo ve yanlış gerçeklik duygusu durumları vb’ye ışık tutabilir.

Sartre’ın ‘Bir Duygular Teorisi için Karalaması’ hazmedilişi zor fakat Crew Resource Management ve havacılıktaki diğer bazı durumları daha iyi anlamak için kullanılabilecek değerli bir hazinedir. Öğretmenler tarafından incelenmesi ve sonuçların pilotlar, ATCO’lar ve mühendislere öğretilmesi gerekir. Havacılık dünyası daha iyi bir yer olabilirdi eğer bu yapılmış olsaydı.


Ali R+ SARAL
Kış Eğitim Merkezi Komutanlığı
Bursa, Uludağ Orduevi





Tuesday, August 19, 2008

THINKING STABILITY

(draft)

Thinking stability is a phenomenon that can be observed in brain’s cognitive processes. Stability is an issue in not only cognitive but also emotional processes. It is also possible to witness the word stability in relation with mental stability. On the other hand, stability is a recent issue in neural network models, which are supposedly the basis of brain’s working. Philosophically, Sartre has pondered about a ‘psychic balance’ which has homeostatic limits.

Imagine a friend who has just returned from a long distance vacation and joined your company of three at a caffee… She not only tells everthing she has seen but also changes the subject frequently and tells many unrelated things about her voyage. This is a socially common situation. If a firm context has not been established, the content of the talk can not have stability around a single subject.

You can observe the use of fluently changing subjects by some teachers. The teacher changes the subject so that, his pupil get the opportunity to look at the original subject matter from very different possibly almost unrelated viewpoints… At the end, the teacher succeeds not to tell the fact but make his students understand the truth themselves.

Teaching is a strongly destabilizing process. Learning process requires instability by definition. We should open ourselves to new ideas and accept to discuss the strength of our old ideas. This causes instability both cognitively and possibly emotionally in the case of young people.

Whether done for voluntary or involuntary reasons, changing of subject with a not well formed context, or continuous changing of content are strong signs of the loss of thinking stability.

Thinking depth is the depth in terms of abstraction levels from the subject matter. For example, if you talk about a specific person and then make comments on the nature of women on general and continue on to the character of the human-beings, you have increased the thinking depth three levels of abstraction. Increasing the thinking depth unnecessarily or doing so in every little subject you talk about indicates there is instability in your thinking.

An other case is, the speaker does not increase the depth but gives many examples and continues to give details making the listeners bored. Thinking more than necessary details continuously etc. indicates that there is a problem in your stopping process of your thinking. Thinking stability requires enough details and economic use of mental energy so that there is space for continued mental activity.

Thinking happens in a social environment. If the speed of your information flow to the listeners is much higher than they can understand, this indicates an instability in your communication ability or the structure of your thinking. The functionality of the elements of your thinking and its general structure establish its stability.
The quality of thinking is also important. If you are speaking about a subject but can not reach a conclusion this may also indicate an instability in your thinking. A stable thinking should run into its end. In some cases, such as scetching in art or in brain-storming instability is required by definition.

A special case of thinking instability is remembering things from the past too many. A healthy, stable way of thinking does not get obsessed with the past, of course unless you are a historian writing a history book. Thinking stability requires a healthy balance in the sense of time; past, now and future.

Thinking stability requires a balanced approach to the importance of things in life, family, profession, nation, beliefs, ideas, feelings, everything. Getting obsessed with one of these for long durations hurts the thinking stability of that person. On the other hand, obsession is a precious mental tool that helps us to overcome difficulties. Some professions such as engineering, art etc. requires frequent use of obsessions. It is no wonder, a rate of thinking instability of varying degrees from utilization to mental instability is not uncommon in these professions.

Other than cognition, many examples for perceptional, emotional and motor stability, can be given. For example, sometimes you may need to move and do something continuously or you may answer and react to people extremely quickly and later on find you have said something wrong etc.
These examples may be stretched from temporary behavioral abnomolies to mental stability problems in terms of health seriousness.

Loss of thinking stability as a continuous situation may be an indication of various mental problems. On the other hand, a constant strong stability in thinking may also be indicative of other mental problems. A healthy level of dinamism may be necessary to cope with the difficulties of life. The relentless change in our lives requires a certain level of elasticity in our thinking.

Unfortunately, the loss of thinking stability is a daily situation for many professionals from various professions, such as large systems operators, pilots, engineers, artists, musicians, etc. Thinking instability may be caused by creativity, continuous learning, long duration high concentration, decision making under stress working environments. The thinking instability caused by today’s professions is also amplified by the obligation to learn and use 2-3 foreign languages at the same time, which is extremely destabilizing. Correct use of motivation, social environment, family may play the role of stabilizers on a daily basis for these professionals.

Thinking stability may be caused by increase in the thinking speed. SwitchCapacitor filters in electronics loss their stability when the sampling frequency or speed increases relative to the frequency they are desingned for. Similarly, our brain tends to function differently when it works faster. Changing subjects, thinking deeper are known phenomenons.

This is not enough to claim that every thinking instability is caused by some increase in the thinking speed. Neither can I claim that thinking speed increase is caused by the thinking instability… But it is common that problems in thinking stability are generally accompanied by thinking speed problems.

Thinking speed problems can also be related with the SPeaking speed. Similar to thinking stability, speaking speech problems can not be directly attributed to thinking speed problems. But in many cases, they look correlated. Moreover people speaking fast and thinking fast tend to change the subject too much or get too deep, namely they think instablely.

Thinking instability can most easily be detected from the thinking speed and actually the speaking speed. If your colleague is talking too fast continuously, regardless of the situation that may not be a good sign, although it looks like he is getting more clever or more effectively professional.

Trying to speak or think slowly to slow down your thinking may not help either. Thinking speed is adjusted automatically by your brain (probably subconscious), it is impossible to control it directly. There are some indirect methods to control it if things have not got out of control totally. In that worst case, keeping the thinking speed low may become more important than anything else.

I believe, the highness of thinking speed may not pose an issue as much as having all the tools and processes that enable it. These tools and processes remedy high thinking speed’s bad effects automatically, afterwards with adequate relaxation. If you lose these skills because of excessive high concentration, it may become inevitable to gain somewhat time by any possible means to recover them again. Preserving thinking stability is a precious mental asset.

As a last note, I would like to define thinking stability in terms of thinking speed. I believe thinking stability is the ability to automatically adjust the thinking speed. Thinking stability is maintaining a healthy thinking speed which may change according to temporal situations that returns back to pivotal normal level afterwards keeping an affordably low average value overall.

Friday, August 01, 2008

DOĞRU HİSSETMEK?

‘Doğru hissetmek’ ya da ‘Doğru duyguyu doğru yoğunlukta hissetmek’ nedir? Bunun nesnel bir yargısı yapılabilir mi? Herşeyden sonra günün sonunda bunun faydası ne olur? Bu hayatlarımızın kalitesini yükseltmek için bize yardımcı olur mu? Doğru ya da yanlış hissettiğini bilmek ya da ‘farkında olmak’ pilotlar, Hava Trafik Kontrolörleri, nükleer reaktör ve enerji santralı operatörleri ya da büyük sistem mühendisleri gibi özel kişilere, işlerinin getirdiği güçlüklerle baş etmek için yardımcı olabilir mi?

Eğer bir filmi seyreden insanların büyük kısmı üzüntü duygusunu duyuyorlarsa ve, siz de üzüntü duyuyorsanız, bu durum doğru duyguyu ya da sosyal olarak kabul edilebilir duyguyu duyduğunuz anlamına gelir. Yine de bu durum işin çok basite indirgenmiş hali. Eğer bir ülkede yabancı iseniz ve filmdeki esprileri anlayamazsanız başkaları gülerken siz gülememiş olursunuz… Kesinlik ya da tekrar edilebilirlik açısından bir başka örnek; En gözde filminizi seyrettiğinizde hep aynı duyguları duymalısınız… Bu da işi aşırı bir basitleştiriş şekli, çünkü zaman ve onunla biriken tecrübe ve bilginin (ve bazan bıkmanın) etkilerini dikkate almamakta…

Doğru duyguyu duymak yalnız kesinliğe(her tekrarda aynı şeyi duymak) bağlı değil aynı zamanda olması gerekeni, doğruyu duymaktır. Biliyorum, tehlikeli şekilde öznelleşiyor olabilirim. Neyin uygun ya da olması gereken olduğu zamana, topluma, bireye, aileye, kültüre, eğitime vb. değişebilir… Fakat yine de, uygunluğun bir sınırı vardır… Benlik duygusu neyin uygun neyin uygunsuz olduğunu belirleyen kaba sınırı çizer.

‘Bunu hisseden ben miyim?’ sormak gereken altın sorudur. Yine de, benlik sabit, gelişmeyen, anlık olmayan bir varlık değil. Dolayısıyla, kabul ediyorum, başlangıçta sorduğum sorunun nesnel bir cevabı yok, herhangi bir cevabı olduğundan da derince şüpheliyim.

Öyle ise, lütfen, sorumu değiştirmeğe izin verin… Niye doğru ya da yanlış hissetiğimize karar veremiyoruz? Maalesef(benim için), bu sorunun cevabı çoktan verilmiş.

Sartre ‘duygusal bilincin öncelikle kendini kendine yansıtamayan’ olduğunu belirtmiştir. ‘Duygusal bilinç öncelikle dünyanın bilinci – farkındalığıdır’ demişti o. Dolayısıyla, bir şeyden korktuğunuz zaman onun sihirli etkisi altına girer, giderek daha çok onun üzerinde dikkatinizi toplar ve kendinizi ya da içinde bulunduğunuz durumu unutursunuz. (Philip MAIRET – Routledge Classics tarafından İngilizce’ye tercümeli) ‘Bir Duygular Teorisi üzerine Karalama’ adlı kitabında Sartre aslında bu tür bir otomatik süreç içinde ‘benliğin hiç yer almadığını’ ileri sürer.

Duygumuzun doğru ya da yanlış olduğunu hissetmememizin nedeni hissetmek yeteneğimizin kendi kendini görüş yeteneği olmamasıdır. Sartre ona otomatik süreç adını vermemeği seçiyor. ‘kendi kendini görmek yeteneği olmaması davranışın bilinçsiz olduğu anlamına gelmez’ diyor Sartre. Duygunun kendi kendini görmemek özelliği, bir duygunuzun farkına vardığınız durumda gözlenebilir. Örneğin, kızgın olduğunuzun farkına vardığınızda, bu duygunuz kaybolur.

Eğer hissettiğimizin doğru olduğunu belirlememiz mümkün değilse nasıl oluyor da o kadar çok insan aynı ve çoğunlukla ‘doğru’ duyguyu hissediyor? Herşeyden önce duygularımızı nasıl öğrendiğimizle ilişkili olabilir bu. İlk öğrendiğimiz duygu ‘güven’dir. Biz insanoğulları ‘güven’ duygusunu hayatlarımızın başlangıcında analarımız tarafından düzenli olarak beslenince öğreniriz.
Her şeyin tek bir insan duygusu, ‘güven’ üzerine kurulu olduğu Büyük Sistemlerde, Hava Trafik Kontrolü merkezlerinde düzenli ve kaliteli yemeğin kritik derecede önemli olması tesadüf olmamalı herhalde ;-) …

İkinci olarak, duygularımız yaşam tarafından, içinde yaşadığımız toplum veya çalıştığımız ekip tarafından sürekli olarak şartlanıyorlar. İçinde yaşadığımız kültür duygularımızın harekete geçişini tetikleyen sınırları belirler. Bir keresinde Singapurlu nişanlım ‘Türkiye’de herşey coşkulu! Süt şişeleri üzerindeki inek resimleri bile heyecanlı!’ demişti…. Bir milletin karakteri kültürü tarafından belirlenir.
Müzik, bütün kültürlerde, belirli bir ruh yada ortam halinde ne beklenmesi gerektiğini insanlara koşullar ve onlara öğretir.

Sartre “Tek kelime ile, herhangi bir nesneyi korkunç olarak yaşamak, onu kendini çoktan korkunç olarak dışa vuran bir dünyanın arka planı üzerinde görmektir” der. Sartre kendi kitabında ruh haleti-ortam hali deyimini kullanmaz fakat inanıyorumki karalamasının sonunda ‘bir dünyaya ait arka plan’ olarak adlandırdığı şey ruh-haleti ya da ortam halidir.

Eğer belirli duyguları belirli koşullarda ya da ruh hallerinde duymak için şartlandırılıyorsak,
yeni sorunun “ Kendimizi daha iyi bir kendimiz olarak yetiştirebilişimiz mümkün olur muydu?” olması gerekirdi. Ve diğer sorular şunlar olmalı: “ATCO’lar, pilotlar ve diğer büyük sistem operatörlerini işlerini yaparken kendilerini daha iyi hissedişleri, acil durumlara daha çabuk ve daha başarılı müdahele edişleri, böylece mesleklerinde daha başarılı olmaları için onları daha iyi eğitmek mümkün olur muydu acaba?” İnanıyorum ki, Sartre’ın ‘Bir Duygular Teorisi için Karalama’sı, özellikle eğitmen,öğretmenler ve enstitüler, kısacası havacılık camiası tarafından incelenmesi gereken değerli bir mirastır.

Sartre’ın eseri kendimizi daha iyi anlayışımıza yardım ediyor, sonuç olarak kendimizi bilişimize.


Friday, July 25, 2008

THINKING SPEED

University entrance exams in Turkey or TOEFLE, GRE exams measure mathematics, social, science,
Foreign language knowledge and specific skills. It is not enough to know by itself, the person who answers more and correct win, so the person who thinks fast wins.

Every person has moments, hours, days even months that he or she thinks faster than normal.
In the months of spring and autumn, specially in September and October, as if God motivates us for the approaching difficulties of the winter, drives us to think faster on the average.

The fast thinking person evaluates events deeper with his/her increased brain energy, real or not, true or false he relates things more and remembers more things ‘related’ to the subject.

If the thinking speed continues to get even faster, digressions to subjects more distantly related to the topic may increase. If the effects of thinking speed increase remains as much as excessive sensitivity, loss of concentration while driving, its affects remain limited by effecting the content of thinking process and the personal success.

Pronin and Wagner wrote about their experiments that showed thinking speed effects mood in their article “Manic Thinking – Independent Effects of Thought Speed and Thought Content on Mood” of 2006. High thinking speed creates and elevated feeling, happiness etc., and in some cases a subjective selfconfidence and grandeur.

Similarly, Winkielman et all. states that high fluency in information processing, for ex. listening to a fluent and easily understandable message, causes the message to be percieved more positive than it really is. ‘Generally speaking, high fluency indicates things are positive, and low fluency negative.’
This ability, given by the creator to us, is named as ‘marking the data hedonically’ or ‘hedonic marking’.

Perceptional fluency, as in the fluency of advertisements, triggers the feeling of positive appraisal. Fluency signal is formed at the very beginning of the input signal. Fluency signal constitutes the best reference when there is little information that can be drawn from the input signal. People sometimes prefer the new, complex and surprising arousal signals to simple and known signals because of this.
Thinking speed is an important element in the management of peoples preferences.

Intentionally or not, each person utilizes his/her thinking speed for own purposes by his/her own. Being able to do extraordinary things in emergency situations can be attributed to the skills God has given as much as the individual abilities he/she possess. Human mind and body works with a higher speed in emergency situations.

Even in normal situations, we increase our thinking speed to overcome the difficulties we are faced.
Concentration is to handle everything ve percieve and think from a certain reference point. Focusing is to limit our whole thinking capacity to a singel subject and cognitively process things only within that region. In each of these cases, we leave some part of our brain’s neural network out of functioning and pump blood to only regions that are related.

Another way that we regulate our thinking speed is ‘to feel an emotion.’ Emotions affect the signal propagation and its conditions in the brain via the hormones that trigger them and the hormones the emotions, themselves trigger in response. This situation affects and changes the threshholds that determine the decisions. For example, a driver under the effect of the early days of spring, takes more risk than he does under normal conditions, or political activists participate in higher risk actions. Just imagine that all the threshholds of a society changes approximately at the same time of the year. This also functions as a unique window of opportunity for change and novelties in the human society which is inherently conservative and conformist.

I believe, thinking speed should be proportionate with the thinking energy. In his “Sketch for a Theory of the Emotions”, Sarte says, ‘if one can not handle a situation with his cognitive abilities he then transforms his “psychic energy”, he becomes afraid.’ The increase of thinking speed, should be one of the ways to decrease the psychic energy, I believe… The increase of thinking speed, causes the appearence of our abilities such as imagination, planning, obsession, that help us to manage the difficulties that we are faced with.

Our ability to be successfull is not solely determined by our cogitive abilities. An affective maturity which nourishes, manages and sustains its cognitive abilities is also required. This is necessary for the success of a team as well as a single person, from the point of Crew Resource Management.

In an airplane accident at USA, the dispatcher send the airplane into a region with bad weather forecast, to land in a certain opportunity window. The plane hits the ground. The investigation shows that the copilot effects the pilot decision positively in every and each decision he has made, like ‘No problem we will make it or it’s OK we will land!’ In fact, the pilot and the copilot should have acted as parts of an unity. While the captain was open to the effects of the surroundings and the aircraft, the copilot should be adjusting his affective situation and regulate his decision threshholds. The problem in this situation was the copilot did the adjustment not so well.

In our country too and unfortunately there have been quiet a few accidents in which pilots became martyrs landing in bad visual conditions etc… To reduce these cases, maybe, we should look at Barbara E. HOLDER’s Phd Thesis once more:

“A dominance interaction occurs when one pilot does everything—processes instrument representations, speaks, acts, decides, without assistance or concurrence from his partner. The other pilot tends to remain a passive partner even if he was not passive before. This pattern is often characterized by a unidirectional flow of representations centering on one pilot. Pilots construct an understanding of the situation independent of
each other and the understanding of the dominant pilot may sway the understanding of the other pilot. Communication between pilots tends to be one-sided flowing from the dominating pilot to the other pilot with little or no opportunity for negotiation and discussion.“

I am afraid, our people’s dominant character which has made our country run from victory to victory
is being evaluated as a single ‘pilot’s mistake’ in the current airplane accidents or at least is being pronounciated as such...

Holder has prepared her thesis by attending sea helicopter trainings and has recorded the trainings of other people in helicopter simulators. She has interesting comments on the effect of pilot copilot rank relations…. After everything is explained about the Isparta accident and when precautions are being discussed this rank issue could be pondered upon. It is possible to find Holder’s thesis on the internet.

I have studied the God given ability of thinking speed and its application from the individual, social,
economical and aviation applications in this article. I have pointed at the relation between thinking speed, psychic energy and emotions. I would like to ponder on the transformation of psychich energy
to thinking speed as in imagination, planning and affections in my next articles. The conversion of imagination to dreams, day dreams and sleep etc… The role of the sense of time in this etc…

Friday, July 18, 2008

DİKKATIN DOĞASI ÜZERİNE

İTÜ’den Hocam Sn. Cevdet ACAR’a.

Bu yazım insan dikkat yeteneğinin(concentration) doğası üzerine bir dizi makalemin ilki. Gerçekten, dikkat toplamak -yoğunlaşmak (concentration) yalnız insanoğluna özgü bir özellik değil.

Yoğunlaşmak maddenin bir özelliği. Yoğunlaşmak ‘bir noktada bir araya gelmek durumu’ olarak tanımlanır. Concentric ‘ortak bir merkezi nokta sahibi olmak’ anlamına gelir.

İnsanın yoğunlaşmak-dikkat toplamak yeteneğine gelince anlam biraz değişir. Merriam-Webster ‘ilginin bir tek nesneye yönelişi’ olarak tanımlar onu. Günlük dilde odaklanmak olarak yanlış bir şekilde kullanılır.

İnsan zihninin yeteneklerini kontrol etmek ve göstermek için kolay bir yol görsel olarak düşünmektir. Gözlerimizle bakmak açısından, dikkat toplamak – yoğunlaşmak bir tek nesneye bakmak ve diğer her şeyi bu referans noktasına göre görmektir. Odaklanmak ise bir tek şeye bakmak ve başka şeyleri hiç görmemektir.

Odaklanmak ilgiyi bir tek nesneye sınırlamak(örn. Bir şeyin ilgi alanı içine alınması) anlamına gelir. Yoğunlaşmak – dikkat toplamak ilginin karakterini değiştirmek ve böylece ilgi alanı içindeki nesnenin diğerlerinden bir bakıma hariç tutmaktır.

Yoğunlaşmağı kaybetmek fakat aynı zamanda odağı korumak mümkündür. İlginizi rahatlatabilirsiniz ama, baktığınız alanın büyüklüğünü azaltabilirsiniz, örn bütün bir insan ya da bir insan yüzü. Bu rahat dikkat(relaxed attention) uygularken önemlidir.

Ayrıca yoğunluğu – dikkatinizi arttırabilir ama odağınızı kaybedebilirsiniz, eğer isterseniz, bu bir parça daha karışıktır ama. Belirli hiç bir şeye bakmaz, fakat Istanbul Boğazında geniş manzarayı seyredebilirsiniz.

Yoğunlaşmak – dikkat toplamak ve odaklanmak yetenekleri tamamen görsel değildir. Bunlar bütün algılayış, muhakeme ve motor yeteneklerinde gözlenebilirler. Benliğin vücut buluşu, varoluş duyusu zaman duyusu ile yakından ilgilidir. Varoluşumuzu, içinde bulunduğumuz andaki, yani ‘sözde şimdi - specious present’taki’ ya da şu andaki varlığımızı hissederiz.

Sözde şimdi’nin uzunluğu içinde bulunduğumuz duruma göre değişir. Aynı zamanda, şimdiye ilişkin duyumuza veya kendimizi ve varlığımızı hissedişimize ait duyunun tazeleniş sıklığı değişkendir.

Bir şey yaparken varlığımızı her an doğrudan doğruya duymayız. Gerçekte, yaptığımız iş üzerinde yoğunlaşmak – dikkat toplamak benliğimizi hissetmek sıklığımızı azaltır. Bu aynı zamanda zaman duyusunu azaltır. Bu sıklık aynı zamanda algılayış sıklığına denk düşer. Algılayış sıklığı artarsa algılayış duyarlığı da artar.

Sözde şimdi kavramının bu noktada başı belaya girer. Sözde şimdi toplam süresi yoğunlaşış – dikkat toplayış tarafından belirlenen, etkilenen bir algılayış süresidir.

İlgi odağın bir soyutlayışıdır. İlgi bir anda ilgilendiğimiz şeylerin sınırlarını belirler. Eğer birden çok şeyle ilgileniyorsak an uzar, yani sözde şimdi artar.

Bu niye yüksek yoğunlaşış – dikkat ile bazen zamanın çabuk geçtiğini ve bazan olduğundan uzun geçtiğini açıklar. Eğer yüksek yoğunlaşış ile tek bir iş yaparsak sözde şimdi kısalır, dolayısıyla zamanı hissetmeyiz veya olduğundan kısa hissederiz. Buna karşın, eğer yüksek yoğunlaşış ile karışık bir iş yaparsak zaman çok yavaş geçer ve zamanı olduğundan uzun hissederiz.

Sözde şimdi varoluşumuzu, benliğimizi hissettiğimiz anlardır. Sözde şimdi beynin bilinçle mantıksal yorum yaptığı zamanlardır. İnsan beyninin sağlıklı çalışması bilinçli ve bilinçsiz faaliyetleri arasında ortalama dengeye dayanır.

Örneğin, yabancı bir dili kolaylıkla anlayabilmek için, aşırı yoğunlaşmayıp bir parça rahatlayınız, öyleki sözde şimdi sürelerinde duyduğunuz şeyler onlar arasındaki bilinçaltı sürelerinde işlenebilsin.

Karışık işlerde yüksek yoğunlukla uzun süreli çalışmak sözde şimdi sürelerimizi en yüksek sıklıkla en uzun sürede tutmamıza imkan tanıyan yetenekler geliştirmemize neden olur. Eğer kişi bu yeteneklerini idare etmek için iyi donanımlı ve eğitimli değilse, uzun süreli yüksek yoğunluklu işler insan bilinçaltını baskı altına alıp ona zarar verebilir veya algılayışı halusinasyonlar görülebilecek bir duyuş ve işitiş noktasına kadar arttırabilir. Bilinçaltının bastırılışı kaçınılmaz olarak bütün psikolojiye zarar verir ve insan beyninin bir dizi psikoz ile tepki verişine neden olabilir.

Bu rezaletten uzak durmak için, çalışırken en basitinden 20 20 20 kuralını uygulayabilirsiniz. “Her 20 dakikada bir, ne yaparsanız yapın duraklayın ve 20 feet uzaktaki bir nesneye 20 saniye bakıp gözlerinizi açıp kapayın.”

Son tahlilde, bu tür işler var olan bir çok işlerden seçmiş olduğunuz bir kaçıdır, yüksek bir dağa tırmanmağı seçebilirsiniz ya da, bir hava trafik kontrolü merkezinde mühendis ya da kontrolör olarak çalışmağı seçebilirsiniz, ya da bir cerrah olarak hizmet etmeği seçebilirsiniz. Tamamen size bağlı…

Tuesday, July 15, 2008

TO FEEL RIGHT?

What does it mean ‘to feel right’ or ‘to feel the right emotion’? Can we have an objective judgment on this? What good will it do after all? Will it help us to increase the quality of our lives? Will it help special people as air traffic controllers, nuclear plant or transportation systems operators, large systems engineers in coping with the difficulties of their jobs?

If most of the people watching a movie feel the emotion of sorrow, and you also feel sorrow, that means you feel the right emotion or at least the socially acceptable emotion. This is a great simplification, though. If you are a foreigner, you may not understand the jokes in a movie and you may not laugh when others do… An other example, from the point of precision or repeatability could be; You should feel approximately the same emotions everytime you watch your favorite movie… This is also a great simplification because it does not take into account the time and the accumulation of experience and knowledge(and sometimes boredom).

To feel the right feeling depends not only on the precision but also on the accuracy. What you feel should be ‘appropriate’ to your personality and to the situation that you are in. I may be getting dangerously subjective, I know. What is appropriate may change according to time, society, individual, family, culture, education etc… But still, there is a limit to appropriateness…
The sense of self sets a rough border to what is appropriate and what is not.

‘Is this me who feels this?’ is the golden question to ask. But even then, self is not a constant, undeveloping, non-spontaneous entity. So, I admit, my starting question does not have an objective answer, I deeply doubt it has any either.

Please, let me change my question then… Why can’t we decide we feel right or wrong? Unfortunately for me, the answer of this question has been given well ahead.

Sartre has stated that ‘emotional conciousness is non-reflective at first’. He says ‘The emotional consciousness is primarily the consciousness of the world’. So, when you feel afraid of something you get under its magic effect which causes you to concentrate on it more and more rather than percieving your own self and situation. In his ‘Sketch for a Theory of the Emotions’ (Translated by Philip Mairet – Routledge Classics) Sartre states in fact ‘ The self does not appear at all in ‘ this type of automatic process.

The reason we do not feel whether our feeling is right or wrong is, feeling is not a reflective process. Sartre chooses not to call it an automatic process. He says ‘unreflective conduct is not unconscious conduct’. The unreflective character of feeling can be observed in the situation where you become aware of your feelings. For example, when you become aware that you are very angry, your feeling disappears.

If it is impossible to decide whether our feeling is right or appropriate how come so many people happen to feel the same and mostly the ‘right’ feeling? It may be related to the way we learn our feelings first of all. The first feeling we learn is ‘trust’. We human beings develop the feeling of trust by getting ‘feeded’ regularly by our mamas in the beginning of our lives. It’s no surprise getting regular good food is critically important at large systems, ATC centers etc., where everthing is designed on a single human feeling, namely ‘trust’.

Secondly, our emotions are continuously conditioned by life, by the society we live in or the team we work in etc... The culture that we live in sets the noetic thresholds for our emotions. My Singaporean fiancee once had mentioned ‘Everything in Turkey is hyper! Even the cows in the picture on the milk bottles look hyper!’... The character of a people is set by its culture. Music, in all cultures, teaches and conditions people to what should be expected within a given mood.

Sartre states “In a word, to experience any object as horrible, is to see it against the background of a world which reveals itself as already horrible.” Sartre does not mention mood in his book but I believe what he calls at the very end of his sketch as ‘background of a world’ can also be related to ‘mood’.

If we are conditioned to feel certain emotions under certain conditions or moods, the new question should be “Would it be possible to bring ourselves up to become a better self or a better ourselves?”. And “Would it be possible to better train so that large systems engineers, ATCOs, pilots and other large systems operators feel better while they are doing their jobs, react to emergencies much better and faster so that they be more successful in their professions?” I believe, Sartre’s ‘Sketch for a Theory of the Emotions’ is a precious legacy which must be studied by the aviation community, specially the trainers and teachers and their training institutes.

Sartre’s work helps us to understand ourselves better, consequently, to know.


Ali R+ SARAL