Friday, August 01, 2008

DOĞRU HİSSETMEK?

‘Doğru hissetmek’ ya da ‘Doğru duyguyu doğru yoğunlukta hissetmek’ nedir? Bunun nesnel bir yargısı yapılabilir mi? Herşeyden sonra günün sonunda bunun faydası ne olur? Bu hayatlarımızın kalitesini yükseltmek için bize yardımcı olur mu? Doğru ya da yanlış hissettiğini bilmek ya da ‘farkında olmak’ pilotlar, Hava Trafik Kontrolörleri, nükleer reaktör ve enerji santralı operatörleri ya da büyük sistem mühendisleri gibi özel kişilere, işlerinin getirdiği güçlüklerle baş etmek için yardımcı olabilir mi?

Eğer bir filmi seyreden insanların büyük kısmı üzüntü duygusunu duyuyorlarsa ve, siz de üzüntü duyuyorsanız, bu durum doğru duyguyu ya da sosyal olarak kabul edilebilir duyguyu duyduğunuz anlamına gelir. Yine de bu durum işin çok basite indirgenmiş hali. Eğer bir ülkede yabancı iseniz ve filmdeki esprileri anlayamazsanız başkaları gülerken siz gülememiş olursunuz… Kesinlik ya da tekrar edilebilirlik açısından bir başka örnek; En gözde filminizi seyrettiğinizde hep aynı duyguları duymalısınız… Bu da işi aşırı bir basitleştiriş şekli, çünkü zaman ve onunla biriken tecrübe ve bilginin (ve bazan bıkmanın) etkilerini dikkate almamakta…

Doğru duyguyu duymak yalnız kesinliğe(her tekrarda aynı şeyi duymak) bağlı değil aynı zamanda olması gerekeni, doğruyu duymaktır. Biliyorum, tehlikeli şekilde öznelleşiyor olabilirim. Neyin uygun ya da olması gereken olduğu zamana, topluma, bireye, aileye, kültüre, eğitime vb. değişebilir… Fakat yine de, uygunluğun bir sınırı vardır… Benlik duygusu neyin uygun neyin uygunsuz olduğunu belirleyen kaba sınırı çizer.

‘Bunu hisseden ben miyim?’ sormak gereken altın sorudur. Yine de, benlik sabit, gelişmeyen, anlık olmayan bir varlık değil. Dolayısıyla, kabul ediyorum, başlangıçta sorduğum sorunun nesnel bir cevabı yok, herhangi bir cevabı olduğundan da derince şüpheliyim.

Öyle ise, lütfen, sorumu değiştirmeğe izin verin… Niye doğru ya da yanlış hissetiğimize karar veremiyoruz? Maalesef(benim için), bu sorunun cevabı çoktan verilmiş.

Sartre ‘duygusal bilincin öncelikle kendini kendine yansıtamayan’ olduğunu belirtmiştir. ‘Duygusal bilinç öncelikle dünyanın bilinci – farkındalığıdır’ demişti o. Dolayısıyla, bir şeyden korktuğunuz zaman onun sihirli etkisi altına girer, giderek daha çok onun üzerinde dikkatinizi toplar ve kendinizi ya da içinde bulunduğunuz durumu unutursunuz. (Philip MAIRET – Routledge Classics tarafından İngilizce’ye tercümeli) ‘Bir Duygular Teorisi üzerine Karalama’ adlı kitabında Sartre aslında bu tür bir otomatik süreç içinde ‘benliğin hiç yer almadığını’ ileri sürer.

Duygumuzun doğru ya da yanlış olduğunu hissetmememizin nedeni hissetmek yeteneğimizin kendi kendini görüş yeteneği olmamasıdır. Sartre ona otomatik süreç adını vermemeği seçiyor. ‘kendi kendini görmek yeteneği olmaması davranışın bilinçsiz olduğu anlamına gelmez’ diyor Sartre. Duygunun kendi kendini görmemek özelliği, bir duygunuzun farkına vardığınız durumda gözlenebilir. Örneğin, kızgın olduğunuzun farkına vardığınızda, bu duygunuz kaybolur.

Eğer hissettiğimizin doğru olduğunu belirlememiz mümkün değilse nasıl oluyor da o kadar çok insan aynı ve çoğunlukla ‘doğru’ duyguyu hissediyor? Herşeyden önce duygularımızı nasıl öğrendiğimizle ilişkili olabilir bu. İlk öğrendiğimiz duygu ‘güven’dir. Biz insanoğulları ‘güven’ duygusunu hayatlarımızın başlangıcında analarımız tarafından düzenli olarak beslenince öğreniriz.
Her şeyin tek bir insan duygusu, ‘güven’ üzerine kurulu olduğu Büyük Sistemlerde, Hava Trafik Kontrolü merkezlerinde düzenli ve kaliteli yemeğin kritik derecede önemli olması tesadüf olmamalı herhalde ;-) …

İkinci olarak, duygularımız yaşam tarafından, içinde yaşadığımız toplum veya çalıştığımız ekip tarafından sürekli olarak şartlanıyorlar. İçinde yaşadığımız kültür duygularımızın harekete geçişini tetikleyen sınırları belirler. Bir keresinde Singapurlu nişanlım ‘Türkiye’de herşey coşkulu! Süt şişeleri üzerindeki inek resimleri bile heyecanlı!’ demişti…. Bir milletin karakteri kültürü tarafından belirlenir.
Müzik, bütün kültürlerde, belirli bir ruh yada ortam halinde ne beklenmesi gerektiğini insanlara koşullar ve onlara öğretir.

Sartre “Tek kelime ile, herhangi bir nesneyi korkunç olarak yaşamak, onu kendini çoktan korkunç olarak dışa vuran bir dünyanın arka planı üzerinde görmektir” der. Sartre kendi kitabında ruh haleti-ortam hali deyimini kullanmaz fakat inanıyorumki karalamasının sonunda ‘bir dünyaya ait arka plan’ olarak adlandırdığı şey ruh-haleti ya da ortam halidir.

Eğer belirli duyguları belirli koşullarda ya da ruh hallerinde duymak için şartlandırılıyorsak,
yeni sorunun “ Kendimizi daha iyi bir kendimiz olarak yetiştirebilişimiz mümkün olur muydu?” olması gerekirdi. Ve diğer sorular şunlar olmalı: “ATCO’lar, pilotlar ve diğer büyük sistem operatörlerini işlerini yaparken kendilerini daha iyi hissedişleri, acil durumlara daha çabuk ve daha başarılı müdahele edişleri, böylece mesleklerinde daha başarılı olmaları için onları daha iyi eğitmek mümkün olur muydu acaba?” İnanıyorum ki, Sartre’ın ‘Bir Duygular Teorisi için Karalama’sı, özellikle eğitmen,öğretmenler ve enstitüler, kısacası havacılık camiası tarafından incelenmesi gereken değerli bir mirastır.

Sartre’ın eseri kendimizi daha iyi anlayışımıza yardım ediyor, sonuç olarak kendimizi bilişimize.